10 Kasım 2010 Çarşamba
Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini
Merhabalar,
Bugün çok yoğun bir iş günüydü. 8 kişilik ekibimiz sabah- öğlen günde iki kere göreve çıkarak,feleğimizi şaşırdık. Aslında İthalat birimi olarak çıldırdık desek daha doğru olur. Dün piknik öncesi başlayan yoğunluk bugün devam etti, sanırım bayrama kadar böyle gidecek. 9 günlük tatilde gevşemişken, dönüşümüzde hıldır hıldır yine yoğun olur diye tahmin ediyorum. Sinir harbi, deli deli gülmelerimiz, imkansızlıklara rağmen bulduğumuz Turkish çözümlerde masalarımızda göreve hazır olacağız. Ben yine yollarda kitap okuyacağım. Tatillerin bende yaptığı en büyük etkilerden biride bu. O kadar yolda okumaya alıştım ki, durağan halde okumak garip geliyor. Bugün size Khaled Hosseini’nin ilk kitabı olan Uçurtma Avcısı’ndan bahsetmek istiyorum. Kitabı bugün bitirdim. Okuduğum müddetçe , aklımın bir ucunda hep Emir, Hasan ve Baba vardı. Diğer kitabı olan Bin Muhteşem Güneş için nasıl bir kadın kitabı diye genelleyebiliyorsam (gerçekten bir genelleme, lütfen beni dinlemeyip erkeklerde okusun), bu kitapta bir erkek kitabı. Baba- oğul- arkadaş- erkek ilişkisi kitabı (Bu genellemeye siz bakmayın, bayanlarda okusun :) ) İletişim, toplumun yükledikleri, cesaret üzerine düşündürücü sorular uyandırdı bende. Oğlumu yetiştirirken ailecek nelere dikkat etmeliyiz diye aklıma takıldı. Oğlumla konuşurken söylediklerim onda nasıl baskılar yapıyor, ileride de yapacak. Onların gözünde nasılız kim bilir. Bizim sevgimiz onlar için çok kıymetli, bu sevgiyi hep ayakta tutmaya çalışıyorlar. Bazen bunun bedeli farklı olabiliyor. Mesela oğlum acaba gerçekten mutfaktan hoşlanıyor mu? Yoksa ben orada mutluyum diye boyun mu eğiyor, ya da eğleniyormuş gibi mi yapıyor? Babasıyla oyun hamuru oynarken çok eğleniyorlar. Çınarla beraber biz oynarken ben iki boyutlu resimler yapıyordum. Eşimse ona hamurdan heykeller yapmış. Görünce çok şaşırdım. Onlarla bu şekilde oynanabileceğini hiç düşünmemiştim. İçten içe kıskandım ikisini. Nerden bulmuşta getirmiş şu hamurları? Biz ne güzel mercimek köftesi yoğuruyorduk. Marullardan yaprak yapıp, içine koyup, sarma halinde diziyorduk. Çınar’a baharatları anlatıyordum. Hepsini koklayıp hapşırık numarası çekiyorduk. Şimdi ikisi hamurlardan sandallar, oltalar, balıklar yapıyorlar. Bense çilek, havuç yapabiliyorum. Onları da iki boyutlu yapıyorum. Herkes aklındakine şekil veriyor. İşte bahsettiğim baskı bu. Farkında olmadan yönlendiriyorum oğlumu. Eşimde kendince yönlendiriyor. Oda bizim sevgimiz için bizi mutlu eden şeyleri yapmaya çalışıyor. Kitapta, Rahim Han bir yerlerde “Çocuklar boyama kitabı değil, onları sevdiğin renklere boyayamazsın.” diyince, karşısındaki karakterde ampul yanmasa da bende yandı. Şu hayatı kontrol etmeye çalışmaktan biraz vazgeçip gevşer oldum. İlerleyen bölümlerdeyse fedakarlığı ciddi ciddi düşünmeye başladım. Ne kadar fedakar olursanız o kadar kırılmaz, incitilmekten kaçınan olmuyorsunuz. Hatta karşınızdaki sizden fedakarlık istiyor mu önce buna bakmak lazım. Aile içi gözlemlerimde genelde anneler yaptıkları fedakarlıkları ballandıra ballandıra anlatıyorlar, ama geri kalan aile eşrafının bu fedakarlık pek umrunda olmuyor. Niye acaba? Zaman geçti, onlar için anne işleri kolaylaştırdı ve işleri halloldu diye mi? Bu kadar basit midir? Bu durumda beni anne dışındakilerdense anne ilgilendiriyor. Çünkü o yaptığı fedakarlığın mükafatını ya istiyor ya da hassaslaşıyor. Kırılgan oluyor. Ben böyle bir anne olmak istemiyorum. Kanımla canımla oğlumun annesiyim, ama onun hayatımda bana yer kalmayacak kadar genişletmek istemiyorum. Bunu yapabilirmiyim? İlerde oğluma neden kendi hayatımı yaşayamadığımı ballandıra ballandıra anlatarak onda baskı oluşturmak istemiyorum. Bu düşünce beni bazı hareketlerimi, davranışlarımı düşünmeye itti. Şu sorulabilir: Çınar olmasa bugünden farklı ne yapardın? Bu günüme gıptayla bakardım herhalde. Belki kendime daha fazla vakit ayırırdım, kendim için daha çok şey yapardım. Bu fedakarlık durumunu düşünmeye başladığımdan beri, kendimede günde 20-30 dk lık özel zamanlar oluşturmaya başladım. Bazen bu zamanlarda blog yazıyorum, bazen puzzle yapıyorum, kimi zaman değişik tarifler bakıyorum. Günde 20 dakika olsun kendim için çalışma ben daha dinç daha mutlu kılıyor. Şimdilik böyle en azından… Fedakarlık ve vericilik konusunda bol kepçe dağıtmanın etraftakiler üzerindeki etkisini incelemeye devam ediyorum. Bu konuda yanlış düşünüyor olabilirim, yorumlarınızı bekliyorum.
Bir kitaptan nerelere geldim. Kafam işlerle ilgili dağıldıkça, düşüncelerimde dağılıyor. Kitap hakkında toparlamak gerekirse, bence okunmaya değer bir kitap, tavsiye ederim. Hem içinde çok güzel bir kız isteme töreni var. Ne sözler, ne tevazu, ne incelikler… Ha birde Nasreddin Hoca fıkraları. Bu coğrafyanın ortak bir özelliği daha. Yine Afganistan, savaş ve Taliban var. Ankara’ya gittiğimde Emniyet Genel Müdürlüğü’nün önünde kocaman bir pankart vardı :” Polis toplumun vicdanıdır “diye.
Dikkatimi çekmişti. Polis ve vicdan sözcükleri sadece Ahmet Ümit kitaplarına yakışır demiştik. Servisten bir arkadaşım “Herkesin polisi kendi vicdanıdır.” dedi. Ne doğru bir söz. Kitapta da ” Vicdanı olmayan, iyiliği bilmeyen birisi acıda çekemez.” diyor. Bence haklı. Eğer vicdanınızı rahatsız eden bir şeyler varsa, hiç bir şey için geç değil. İnsan yaşadığı sürece, düzeltmeye çalıştığında kendini daha iyi hisseder, o yolun yolcusu olmak bile huzurun kendisi.
Neyse… Afganların Farsça dediği gibi Zendagi migzara : Yaşam devam ediyor. Yarın görüşürüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız İçin Teşekkürler