Merhabalar,
Bugün Ankara'da artık son günümü yaşıyorum. Oldukça dolu dolu bir on gün geçirdim. Hem bilgisayar kursu, hemde Ankara yaşamı olarak yoğundu. İlk hafta evimden, kuzumdan ayrılmanın etkisiyle biraz rahatsızlandım, ikinci hafta telafi ettim. Buradaki tek eksik eşim ve oğlumdu. Son üç yıldır hep aile etrafında yaşadıktan sonra, üniversiteyi yeni kazanmış, başka bir şehire eğitime gelmiş gibi hissettim. İlk ayrılış hep ilk ayrılış oluyor. Bu ayrılığın hakkını vererek yaşadım burada. Hem hüznümü, hemde neşemi. Son hafta kurstan çıkar çıkmaz, turistik bir yeri gezdim. İyide ettim,çok katlı alış veriş yerlerinde Türkiye'nin her yerinde aynı olan vitrinleri gezeceğime değişik birşeyler yaptım. Yakında İzmir'de işe başladığımda da özlemle başlayacağım. Limanımı, antrepomu özledim mi? Valla özledim. Sabah kahvaltılarımızı, odada dinlediğimiz müzikleri, pencere önündeki çiçeklerimi... Evimi, arabamı, sokaklarımı, çayımı özledim.
Ankara'da en son akşam Ahmet'lere yemeğe davetliydim. Tatlış Elif, süpper bir tavuk yemeği yaptı. İzmir'e döndüğümde hemen bizimkilere yapmak istiyorum.
ELİF USULU TAVUK
Malzemeler:
- 1 kg tavuk kalça (kemiksiz)
- 2 kabak
- 2 havuç
- 8 sarımsak
- Yarım çay bardağı sıvıyağ
- 1 tatlı kaşı köri sosu (isteğinize göre az/çok ayarlayın)
- 1 yemek kaşığı soya sosu (isteğinize göre az/çok ayarlayın)
Tavukları yıkayıp süzün. Vok tavaya sıvıyağı koyup, azıcık kızdırın. Ardından tavukları ve iri sarımsakları koyup, ağzına bir kapak kapatıp Elif'in deyimiyle biraz mühürleyin. Sonra jülyen doğranmış kabak ve havucu ilave edip pişmesini bekleyin. Ocaktan almaya yakın soya sosu ve köriyi ilave edip, kapağını kapatarak pişirin. Soya sosundan dolayı biz tuz koymadık. Eğer ihtiyaç duyarsanız tadına bakıp ilave edin. Bence enfes bir yemek. En kısa zamanda denemem lazım.
30 Temmuz 2010 Cuma
Anıtkabir
Merhabalar,
Bugün bilgisayar kursunda excele devam edeceğiz diye çok umutlanmıştık. En hevesle beklediğimiz gün bugündü. Kursa başladığımızdan beri, binanın inşaatı, çalışmayan klima, kaynak sesleri bizi bölememişti ama en sonunda Tedaş elektriği kesti, dolayısıyla bizim eğitimide kesti. Yenimahalle bölgesinde sabah 9:00 - 17:00 saatleri arası elektrikler yok. Tamda bizim kurs saati :) Hocayla anlaştık ve Cuma günü olsa bile excel istediğimizi söyledik. Excel'le şu anda sadece yazı yazabiliyorum, bir kaç basit formül kullanabiliyorum. Bakanlığın bu eğitimlerini biraz küçümsesekte, aslında faydalı olduğunu herkes biliyor. Kimse başınızda durup size günlerce Word, excel anlatmaz. Oldukça iyi oldu, devamını bekliyoruz.
Biraz kampüste Ahmet ve Mazlum'la vakit geçirdikten sonra, Mazlum'la Anıtkabir'e gittik. Anıtkabir'i İlker çok anlatmıştı. Hem daha önceki ziyaretlerinde, hemde askerdeyken Anıtkabiri ziyaret etmiş. Özellikle maketlerin olduğu bölüm ilgisini çekmiş; Çanakkale Savaşı ya da Sakarya Meydan Muharebesi'nde bir sahneden bahsetti. Yaşlı, beyaz saçlı bir adam dönmüş size bakıyor. Öyle bir ayarlamışlarki, salonun neresinde olursanız olun, size bakıyor. Yanında oğlu ve torunuyla savaşıyor. Bu kadar resim, bu kadar canlandırmanın içinde aşkın birşeyler için verilmiş koca bir savaş görünüyordu. "Bizim yaşamımızın savaşı neler için?" aklımda döndü durdu bu soru. Oğlumla, eşimle, ailemle ne için savaşıyorum?
Milli mücadele kahramanlarımızın resimlerini, büstlerini sıra sıra geçtiktrn sonra Kara Fatma'yı gördük. Birde Halide Edip Adıvar'ı :) Hayran kaldım onlara. Çalışkan, etkin, kendine, topluma, dünyaya faydalı, değiştirme gücüne sahip kadınlara hayranım.
En son Atatürk'e ait kütüphaneden geçerken Mazlum'la inanamadık. 3.000 den fazla kitap okumuş. Latin Amerika tarihinden, ahlak felsefesine, psikolojiden, filolojiye, nazari bilimlerden (ne demek olduğunu bilmiyorum), matematiğe herşey vardı. Kendimi bir yanılsamanın içinde hissettim. Okuduğum fantastik kitaplar ya da best seller romanlar çok anlamsız geldi. Kendimi disiplinsiz buldum. Bununla ilgili birşeyler yapmayı plalıyorum.
Sizlere Anıtkabirle ilgili resim göstermek istemiyorum. Ankara'daki en duygusal, en güçlü, en sezgisel yer kesinlikle Anıtkabir. Ankara'ya gelipte bugüne kadar ziyaret etmememe üzüldüm. Mazlum'la her plaka araç gördük. 1'den başlayıp 81'e kadar gidenlerden, yabancı plakalılara, zencilerden, çekik gözlülere kadar. Hemde sıradan bir Perşembe'nin, sıradan 16:00 sularında ve inanılmaz sıcaklarda. Duyarlılık dikkatimi çekti. Anıtkabirin içini anlatabilecek bir duygu, bir sıfat bulamıyorum. Ben en son ziyaret ettim, lütfen siz ilk gidin.
İzmir'de görüşürüz.
Bugün bilgisayar kursunda excele devam edeceğiz diye çok umutlanmıştık. En hevesle beklediğimiz gün bugündü. Kursa başladığımızdan beri, binanın inşaatı, çalışmayan klima, kaynak sesleri bizi bölememişti ama en sonunda Tedaş elektriği kesti, dolayısıyla bizim eğitimide kesti. Yenimahalle bölgesinde sabah 9:00 - 17:00 saatleri arası elektrikler yok. Tamda bizim kurs saati :) Hocayla anlaştık ve Cuma günü olsa bile excel istediğimizi söyledik. Excel'le şu anda sadece yazı yazabiliyorum, bir kaç basit formül kullanabiliyorum. Bakanlığın bu eğitimlerini biraz küçümsesekte, aslında faydalı olduğunu herkes biliyor. Kimse başınızda durup size günlerce Word, excel anlatmaz. Oldukça iyi oldu, devamını bekliyoruz.
Biraz kampüste Ahmet ve Mazlum'la vakit geçirdikten sonra, Mazlum'la Anıtkabir'e gittik. Anıtkabir'i İlker çok anlatmıştı. Hem daha önceki ziyaretlerinde, hemde askerdeyken Anıtkabiri ziyaret etmiş. Özellikle maketlerin olduğu bölüm ilgisini çekmiş; Çanakkale Savaşı ya da Sakarya Meydan Muharebesi'nde bir sahneden bahsetti. Yaşlı, beyaz saçlı bir adam dönmüş size bakıyor. Öyle bir ayarlamışlarki, salonun neresinde olursanız olun, size bakıyor. Yanında oğlu ve torunuyla savaşıyor. Bu kadar resim, bu kadar canlandırmanın içinde aşkın birşeyler için verilmiş koca bir savaş görünüyordu. "Bizim yaşamımızın savaşı neler için?" aklımda döndü durdu bu soru. Oğlumla, eşimle, ailemle ne için savaşıyorum?
Milli mücadele kahramanlarımızın resimlerini, büstlerini sıra sıra geçtiktrn sonra Kara Fatma'yı gördük. Birde Halide Edip Adıvar'ı :) Hayran kaldım onlara. Çalışkan, etkin, kendine, topluma, dünyaya faydalı, değiştirme gücüne sahip kadınlara hayranım.
En son Atatürk'e ait kütüphaneden geçerken Mazlum'la inanamadık. 3.000 den fazla kitap okumuş. Latin Amerika tarihinden, ahlak felsefesine, psikolojiden, filolojiye, nazari bilimlerden (ne demek olduğunu bilmiyorum), matematiğe herşey vardı. Kendimi bir yanılsamanın içinde hissettim. Okuduğum fantastik kitaplar ya da best seller romanlar çok anlamsız geldi. Kendimi disiplinsiz buldum. Bununla ilgili birşeyler yapmayı plalıyorum.
Sizlere Anıtkabirle ilgili resim göstermek istemiyorum. Ankara'daki en duygusal, en güçlü, en sezgisel yer kesinlikle Anıtkabir. Ankara'ya gelipte bugüne kadar ziyaret etmememe üzüldüm. Mazlum'la her plaka araç gördük. 1'den başlayıp 81'e kadar gidenlerden, yabancı plakalılara, zencilerden, çekik gözlülere kadar. Hemde sıradan bir Perşembe'nin, sıradan 16:00 sularında ve inanılmaz sıcaklarda. Duyarlılık dikkatimi çekti. Anıtkabirin içini anlatabilecek bir duygu, bir sıfat bulamıyorum. Ben en son ziyaret ettim, lütfen siz ilk gidin.
İzmir'de görüşürüz.
28 Temmuz 2010 Çarşamba
Kale
Merhabalar,
Ankara'da son iki günüm ve görmem gereken yerleri artık bitirdim sayılır. Sadece Anıtkabir kaldı. Ya yarın ya da öbür gün gidip ziyaretimi gerçekleştireceğim. Annemin tavsiyesi üzerine bugün Ankara Kale'sine gittim. Misafirhaneden metroyla Ulus'a, oradanda taksiyle kaleye gittik. Bugün birkez daha Ankara'da taksinin ne kadar ucuz olduğunu anladım. Heryer yaklaşık beş-altı lira tutuyor. Kaleye çıktığımda annemin ne demek istediğini anladım. Sanırım Ankara'da gezdiğim en otantik yer orasıydı. ikinci sıradaysa botanik parkı var. Kaleye gelir gelmez birde kameraman, mikrofon , ışığın içine düştüm. Fox Tv'de yayımlanan Unutma Beni dizisinin çekimleri varmış. Önce biraz resimlerini çektim, sonrada hiçbirşey yokmuş gibi yanlarından geçtim gittim. Bu hafta diziyi izlerseniz, sim siyah giyinmiş olan esas oğlanın yanından geçen siyah şortlu benim. Kalede beni böyle karşıladı işte. Gezintiye güzel bir başlangıç değil mi? Ardından Zenger Paşa Konağı'nın önünden geçtim. Zaten rol icabı esas oğlan orada kalıyormuş gibi yapacaktı. Dikkatımı çekti ve içeri girdim. İyiki girmişim... Meğer içeride Ankara'yla ilgili hem değişik şeyler hemde küçük bir müze varmış. Birde sarı burma yapan bir teyze vardı. Sarı burmayı biliyorsunuz değil mi? Ankara civarında, cevizli, burma tatlısına sarı burma denir. İnternetten araştırdığım kadarıyla basit bir raslantı değil bu. Meraklısı için :
www.zengerpasa.com
Aşağıdaki resimler konaktan görüntüler.
Ardından kızlarla Kızılay'a indik ve Hosta'da birşeyler yedik. Sonrada ver elini Kuğulu park, ver elini Tunalı Hilmi dedik. Sanırım Mazlum'un dediği doğru: "Ankaralılar Hilmi ismini sevmiyorlar, sadece Tunalı" diyorlar.
Kuğulu park beni hayal kırıklığına uğrattı. O kadar küçük bir parkki nasıl Ankara'nın sembollerinden biri olduğunu anlayabilmiş değilim. Annemlerin evinin önündeki park daha büyük, içindede her zaman havuz, kaz, ördek ve tavşan var. Bir tek kuğumuz eksik. Ankara'da gezilecek yer sorduklarım kuğulu park diyinceye kadar bence on kere kale demeliler. Kimse kaleyi beğenmiyor. Sanırım etrafındaki varoşlardan ve dik bir yokuş çıkmanın güçlüğünden dolayı. Ama taksiciler maksimum beş lira yazıyor. Bir daha Ankara'ya gelecek olanlar için kesinlikle kaleyi öneririm. Kuğulu parkın en güzel yanıysa çocuklarla kaz sevmem oldu.
Birisi evinde beslemek istemiş, sonra bakamamış, kuğulu parka bırakmış. Evcil olan kazda bizimle oynamayı kabul etti. Parkta, küçük birde heykel var. 23 Nisan'da çocukların yaptığı bir heykel. Değişik birşey değil mi?
Çocuklar heykelin etrafında saklambaç oynuyorlardı.
Ardındanda Tunalı (Hilmi) 'de yürüyüş yaptık ve misafirhanemize döndük. Bu yürüyüş sadece bir yürüyüştü.
Ankara hakkındaki yorumlarım şöyle:
- Bence en güzel yeri Çankaya ve çevresiydi
- Botanik parkından daha güzel bir park görmedim.
- Kale otantikti.
- Ankara'da gezeceğiniz yerlerin yerine başka illerde her zaman daha iyi birşeyler bulabilirsiniz.
- Tek bir istisna Anıtkabir ve meclisler (Oraları daha gezmedim).
Sizlere yemek tarifi veremeyince, yediklerim içtiklerim benim olsun gezdiklerimi anlatayım dedim. Yarın görüşürüz.
Ankara'da son iki günüm ve görmem gereken yerleri artık bitirdim sayılır. Sadece Anıtkabir kaldı. Ya yarın ya da öbür gün gidip ziyaretimi gerçekleştireceğim. Annemin tavsiyesi üzerine bugün Ankara Kale'sine gittim. Misafirhaneden metroyla Ulus'a, oradanda taksiyle kaleye gittik. Bugün birkez daha Ankara'da taksinin ne kadar ucuz olduğunu anladım. Heryer yaklaşık beş-altı lira tutuyor. Kaleye çıktığımda annemin ne demek istediğini anladım. Sanırım Ankara'da gezdiğim en otantik yer orasıydı. ikinci sıradaysa botanik parkı var. Kaleye gelir gelmez birde kameraman, mikrofon , ışığın içine düştüm. Fox Tv'de yayımlanan Unutma Beni dizisinin çekimleri varmış. Önce biraz resimlerini çektim, sonrada hiçbirşey yokmuş gibi yanlarından geçtim gittim. Bu hafta diziyi izlerseniz, sim siyah giyinmiş olan esas oğlanın yanından geçen siyah şortlu benim. Kalede beni böyle karşıladı işte. Gezintiye güzel bir başlangıç değil mi? Ardından Zenger Paşa Konağı'nın önünden geçtim. Zaten rol icabı esas oğlan orada kalıyormuş gibi yapacaktı. Dikkatımı çekti ve içeri girdim. İyiki girmişim... Meğer içeride Ankara'yla ilgili hem değişik şeyler hemde küçük bir müze varmış. Birde sarı burma yapan bir teyze vardı. Sarı burmayı biliyorsunuz değil mi? Ankara civarında, cevizli, burma tatlısına sarı burma denir. İnternetten araştırdığım kadarıyla basit bir raslantı değil bu. Meraklısı için :
www.zengerpasa.com
Aşağıdaki resimler konaktan görüntüler.
Ardından kızlarla Kızılay'a indik ve Hosta'da birşeyler yedik. Sonrada ver elini Kuğulu park, ver elini Tunalı Hilmi dedik. Sanırım Mazlum'un dediği doğru: "Ankaralılar Hilmi ismini sevmiyorlar, sadece Tunalı" diyorlar.
Kuğulu park beni hayal kırıklığına uğrattı. O kadar küçük bir parkki nasıl Ankara'nın sembollerinden biri olduğunu anlayabilmiş değilim. Annemlerin evinin önündeki park daha büyük, içindede her zaman havuz, kaz, ördek ve tavşan var. Bir tek kuğumuz eksik. Ankara'da gezilecek yer sorduklarım kuğulu park diyinceye kadar bence on kere kale demeliler. Kimse kaleyi beğenmiyor. Sanırım etrafındaki varoşlardan ve dik bir yokuş çıkmanın güçlüğünden dolayı. Ama taksiciler maksimum beş lira yazıyor. Bir daha Ankara'ya gelecek olanlar için kesinlikle kaleyi öneririm. Kuğulu parkın en güzel yanıysa çocuklarla kaz sevmem oldu.
Birisi evinde beslemek istemiş, sonra bakamamış, kuğulu parka bırakmış. Evcil olan kazda bizimle oynamayı kabul etti. Parkta, küçük birde heykel var. 23 Nisan'da çocukların yaptığı bir heykel. Değişik birşey değil mi?
Çocuklar heykelin etrafında saklambaç oynuyorlardı.
Ardındanda Tunalı (Hilmi) 'de yürüyüş yaptık ve misafirhanemize döndük. Bu yürüyüş sadece bir yürüyüştü.
Ankara hakkındaki yorumlarım şöyle:
- Bence en güzel yeri Çankaya ve çevresiydi
- Botanik parkından daha güzel bir park görmedim.
- Kale otantikti.
- Ankara'da gezeceğiniz yerlerin yerine başka illerde her zaman daha iyi birşeyler bulabilirsiniz.
- Tek bir istisna Anıtkabir ve meclisler (Oraları daha gezmedim).
Sizlere yemek tarifi veremeyince, yediklerim içtiklerim benim olsun gezdiklerimi anlatayım dedim. Yarın görüşürüz.
27 Temmuz 2010 Salı
Ankara'dan Kareler
Merhabalar,
Geçen gün Ankara'da şöyle bir tur atayım dedim. Kızılay'da öylece dolaşmak istemedim. Zaten Hikmet Çetinkaya atölyesinide ziyaret etmek istiyordum. Önce metroya sonrada sora sora Çankaya otobüsüne bindim. Hikmet Çetinkaya'nın atölyesinin olduğu yer çok güzelmiş. İçeride çok fazla resim yoktu. Bodrumda sergi olduğu için çoğunu oraya taşımışlar. Yokuşu tırmanıp CHP binasını ve Aydın Doğan Vakfı'nı geçtim. İçimde bir ses "Acaba Kılıçdaroğlu, Kemal Anadol falan şuradan çıkarmı ki?" dedi durdu. Yokuşun sonuna geldiğimde aklımda "papazın bağını" bulup, çay içmek vardı. Nasıl ankaralılarla karşılaştıysam kimse yerini bilmiyordu. Önümdeki parka gireyim bari dedim, ilk girişteki bitki yoğunluğundan buranın "botanik bahçesi" olduğunu anladım. Hemen içimden eşim İlker'e bizi Çınar'la buraya getirmediği için küfrettim.
Çocuğunu gezdirenler, havuz başında kitap okuyanlar, güvercinler... Herşey cennetten bir köşede olduğumun kanıtıydı. En çok minyatür elma yerken, gelin ve damadı gördüğümde şaşırdım. Bir rüyadaydım, birazdan saat çalacaktı ve hemen hazırlanmaya başlayacakım. Çimdikledim kendimi, acıdı :) Gelinse tüm neşesiyle çimenlere yattı, damat eline çiçeğini verdi ve resim çekilmeye başladılar.
Onlara mutluluklar dileyip hayallerin bahçesinden çıktım. Papazın bağından ümidimi kesip Hoşdere'ye yöneldim. Uğramayı planladığım bir yer daha vardı. En sevdiğim şeylerden biri adres aramaktır. Tüm algılarınız açık halde o çevrede dolaşırsınız. Bu gün olduğu gibi en değişik yerleri hep adres ararken bulmuşumdur. Hoşdere üzerinde de adres ararken gemi şeklinde dizayn edilmiş bir ev ve Perez parkını buldum. Şimdi ne olmuş Perez parkına diyebilirsiniz. Parka girdiğimde kulaklarımda Trt 'den tanıdık bir melodi gelmeye başladı, birde tanıdık bir yüz: Seynan Levent'in güleç yüzü.
Akşama Doğru programını özlediniz mi?
Ben gerçekten çok özlemişim, yeni farkettim. Bu program farkında olmadan beni ne kadar etkilemiş. Perez parkına geldiğimde Seynan Hanım'ın sesinden yıllar önce izlediğim bir program canlandı gözümün önünde. Aklımın bir oyunu değilse birde şiir vardı.
ALACALI TÜY SORGUÇLAR
Kadehte nasıl
Altın kabarcıkla
Fıkırdarsa ruhu
Saydam şarabın;
Denizde nasıl
Beyaz bir sırt gibi eğmeçlenerek
Köpürür,
Sonra yatışırsa dalga;
Ovada nasıl
Hoplayıp zıplarsa taylar
Oynayarak ve ışıldayarak
Sabahları;
Kah ansızın kişneyerek
Kah dörtnala fırlayarak
Salarak gür yelelerini
Rüzgara;
İşte öyle
Fıkırdıyor bende de düşünceler,
Sokuluyorlar ayaklarına senin
Altın köpükler benzeri;
Ya da uysalca
Baş eğiyorlar oğlum
Önünde senin
Alacalı tüy sorguçlar gibi.
Jose MARTI
Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU
Meraklısı İçin:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Jos%C3%A9_Mart%C3%AD
Geçen gün Ankara'da şöyle bir tur atayım dedim. Kızılay'da öylece dolaşmak istemedim. Zaten Hikmet Çetinkaya atölyesinide ziyaret etmek istiyordum. Önce metroya sonrada sora sora Çankaya otobüsüne bindim. Hikmet Çetinkaya'nın atölyesinin olduğu yer çok güzelmiş. İçeride çok fazla resim yoktu. Bodrumda sergi olduğu için çoğunu oraya taşımışlar. Yokuşu tırmanıp CHP binasını ve Aydın Doğan Vakfı'nı geçtim. İçimde bir ses "Acaba Kılıçdaroğlu, Kemal Anadol falan şuradan çıkarmı ki?" dedi durdu. Yokuşun sonuna geldiğimde aklımda "papazın bağını" bulup, çay içmek vardı. Nasıl ankaralılarla karşılaştıysam kimse yerini bilmiyordu. Önümdeki parka gireyim bari dedim, ilk girişteki bitki yoğunluğundan buranın "botanik bahçesi" olduğunu anladım. Hemen içimden eşim İlker'e bizi Çınar'la buraya getirmediği için küfrettim.
Çocuğunu gezdirenler, havuz başında kitap okuyanlar, güvercinler... Herşey cennetten bir köşede olduğumun kanıtıydı. En çok minyatür elma yerken, gelin ve damadı gördüğümde şaşırdım. Bir rüyadaydım, birazdan saat çalacaktı ve hemen hazırlanmaya başlayacakım. Çimdikledim kendimi, acıdı :) Gelinse tüm neşesiyle çimenlere yattı, damat eline çiçeğini verdi ve resim çekilmeye başladılar.
Onlara mutluluklar dileyip hayallerin bahçesinden çıktım. Papazın bağından ümidimi kesip Hoşdere'ye yöneldim. Uğramayı planladığım bir yer daha vardı. En sevdiğim şeylerden biri adres aramaktır. Tüm algılarınız açık halde o çevrede dolaşırsınız. Bu gün olduğu gibi en değişik yerleri hep adres ararken bulmuşumdur. Hoşdere üzerinde de adres ararken gemi şeklinde dizayn edilmiş bir ev ve Perez parkını buldum. Şimdi ne olmuş Perez parkına diyebilirsiniz. Parka girdiğimde kulaklarımda Trt 'den tanıdık bir melodi gelmeye başladı, birde tanıdık bir yüz: Seynan Levent'in güleç yüzü.
Akşama Doğru programını özlediniz mi?
Ben gerçekten çok özlemişim, yeni farkettim. Bu program farkında olmadan beni ne kadar etkilemiş. Perez parkına geldiğimde Seynan Hanım'ın sesinden yıllar önce izlediğim bir program canlandı gözümün önünde. Aklımın bir oyunu değilse birde şiir vardı.
ALACALI TÜY SORGUÇLAR
Kadehte nasıl
Altın kabarcıkla
Fıkırdarsa ruhu
Saydam şarabın;
Denizde nasıl
Beyaz bir sırt gibi eğmeçlenerek
Köpürür,
Sonra yatışırsa dalga;
Ovada nasıl
Hoplayıp zıplarsa taylar
Oynayarak ve ışıldayarak
Sabahları;
Kah ansızın kişneyerek
Kah dörtnala fırlayarak
Salarak gür yelelerini
Rüzgara;
İşte öyle
Fıkırdıyor bende de düşünceler,
Sokuluyorlar ayaklarına senin
Altın köpükler benzeri;
Ya da uysalca
Baş eğiyorlar oğlum
Önünde senin
Alacalı tüy sorguçlar gibi.
Jose MARTI
Çeviren : Ataol BEHRAMOĞLU
Meraklısı İçin:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Jos%C3%A9_Mart%C3%AD
25 Temmuz 2010 Pazar
Halalarımdan Börek
Merhabalar,
Güzel bir Ankara pazarında, sizlere yazıyorum. Bugün sizlere baba tarafımı anlatacağım. Dün (Cumartesi), babannemleri aradım ve onlara uğrayacağımı söyledim. Hemen yan apartmanlarında oturan Nuran Halamlarda toplanacaklarmış. Bende sevdiğim elbisemi giydim ve yollara düştüm. Üçüncü soruşumda doğru dolmuşa bindim ve çocukluğumun geçtiği mahalleye adım attım. Bizim eski bakkal kapanmış, boş olan yanındaki dükkan kuaför olmuş. Yere çizdiğimiz seksek çizgilerini silmişler ama küçükken annemlerin süt aldığı amca hala aynı :)
Halamlarda, tatilde olmayan tüm aile bireyleri toplandık ve güzel bir buluşma oldu. Sizlere Nuran Halamın böreğinin tarifini vermek istiyorum. Bu püf noktalarını görünce çok hoşuma gitti, hemen resimlerini çektim.
NURAN HALAMIN PATATESLİ BÖREĞİ
Malzemeler:
İçi İçin:
- 4 iri patates
- 2 kuru soğan
- 3 yeşil biber
- Tuz, karabiber, kırmızı biber
- 3 yemek kaşığı sıvıyağ
Islatma Malzemesi:
- 2 yumurta + 1 yumurta beyazı
- Yarım bardak sıvıyağ
- 1 su bardağı süt
- Yarım su bardağı yoğurt suyu
- 8 yufka
- Üzerine sürmek için bir yumurta sarısı ve çörek otu
Öncelikle patatesleri haşlıyoruz. Haşlanmış patatesleri rendeledikten sonra birazcık kendilerine gelsinler, hamur olmasınlar diye dipfrize koyabilirsiniz. Eğer oda sıcaklığında durduysa ve rendeden sonra hamur olmayacağına inanıyorsanız dipfrize koymayın. Bir yandan mutfak robotunda soğanı ve biberi parçalayın. Tencereye sıvıyağı koyun ve soğan-biber karşımını kavurun. Rendelenmiş patatesin üzerine, kavurulan harcı dökün. Burada dikkat edilmesi gereken husus, patatesi tencereye dökmemek. Yoksa istemediğimiz hal olan macun kıvamına gelebilir. İç malzemesine tuz ve baharatları ekledikten sonra karıştırıyoruz. Yuvarlak olarak tezgaha serdiğimiz yufkaları, ortadan ikiye bölüyoruz. Yufka ıslatma malzemelerini çırptıktan sonra, yarım ay şeklindeki yufkaların üzerine iyice yayıyoruz.
Ardından yufkanın iki yanına resimde görüldüğü gibi harcı koyuyoruz. Rulo şeklinde sarıp, kenarlardan kıvırmaya başlıyoruz.
Ortada iki dolama olduğunda bıçakla ikisini ayırıyoruz. Böylece iki kere gül böreği yapmak için uğraşmamış oluyoruz. Bir kerede hazırlayıp, bıçakla bölüyoruz.
Fırın tepsisine yağlı kağıt serip, börekleri diziyoruz. Üstlerine silikon fırçasıyla yumurta sarısı sürüp, çörekotu sepeliyoruz. 180 derecelik fırında yaklaşık yarım saatte pişiyor.
Afiyet olsun :)
Güzel bir Ankara pazarında, sizlere yazıyorum. Bugün sizlere baba tarafımı anlatacağım. Dün (Cumartesi), babannemleri aradım ve onlara uğrayacağımı söyledim. Hemen yan apartmanlarında oturan Nuran Halamlarda toplanacaklarmış. Bende sevdiğim elbisemi giydim ve yollara düştüm. Üçüncü soruşumda doğru dolmuşa bindim ve çocukluğumun geçtiği mahalleye adım attım. Bizim eski bakkal kapanmış, boş olan yanındaki dükkan kuaför olmuş. Yere çizdiğimiz seksek çizgilerini silmişler ama küçükken annemlerin süt aldığı amca hala aynı :)
Halamlarda, tatilde olmayan tüm aile bireyleri toplandık ve güzel bir buluşma oldu. Sizlere Nuran Halamın böreğinin tarifini vermek istiyorum. Bu püf noktalarını görünce çok hoşuma gitti, hemen resimlerini çektim.
NURAN HALAMIN PATATESLİ BÖREĞİ
Malzemeler:
İçi İçin:
- 4 iri patates
- 2 kuru soğan
- 3 yeşil biber
- Tuz, karabiber, kırmızı biber
- 3 yemek kaşığı sıvıyağ
Islatma Malzemesi:
- 2 yumurta + 1 yumurta beyazı
- Yarım bardak sıvıyağ
- 1 su bardağı süt
- Yarım su bardağı yoğurt suyu
- 8 yufka
- Üzerine sürmek için bir yumurta sarısı ve çörek otu
Öncelikle patatesleri haşlıyoruz. Haşlanmış patatesleri rendeledikten sonra birazcık kendilerine gelsinler, hamur olmasınlar diye dipfrize koyabilirsiniz. Eğer oda sıcaklığında durduysa ve rendeden sonra hamur olmayacağına inanıyorsanız dipfrize koymayın. Bir yandan mutfak robotunda soğanı ve biberi parçalayın. Tencereye sıvıyağı koyun ve soğan-biber karşımını kavurun. Rendelenmiş patatesin üzerine, kavurulan harcı dökün. Burada dikkat edilmesi gereken husus, patatesi tencereye dökmemek. Yoksa istemediğimiz hal olan macun kıvamına gelebilir. İç malzemesine tuz ve baharatları ekledikten sonra karıştırıyoruz. Yuvarlak olarak tezgaha serdiğimiz yufkaları, ortadan ikiye bölüyoruz. Yufka ıslatma malzemelerini çırptıktan sonra, yarım ay şeklindeki yufkaların üzerine iyice yayıyoruz.
Ardından yufkanın iki yanına resimde görüldüğü gibi harcı koyuyoruz. Rulo şeklinde sarıp, kenarlardan kıvırmaya başlıyoruz.
Ortada iki dolama olduğunda bıçakla ikisini ayırıyoruz. Böylece iki kere gül böreği yapmak için uğraşmamış oluyoruz. Bir kerede hazırlayıp, bıçakla bölüyoruz.
Fırın tepsisine yağlı kağıt serip, börekleri diziyoruz. Üstlerine silikon fırçasıyla yumurta sarısı sürüp, çörekotu sepeliyoruz. 180 derecelik fırında yaklaşık yarım saatte pişiyor.
Afiyet olsun :)
22 Temmuz 2010 Perşembe
Kuruyemişçiler
Merhabalar,
Geçen haftalarda Çınar'la Bostanlı'da dolaşmaya çıktık. Tatlişkomla her zaman gittiklerimizin dışında bir parkta oturup, vakit geçirmek istiyordum. Balıkçı Parkında başka çocukların hep birşeyler yediğini görünce yakındaki Tuğba Kuruyemiş'ten oğluma birşeyler alayım dedim.
İçeri girdik, kuru kayısı aldık. Tam ödeme yapacağız, "Anne lokum alalım mı?" dedi. Yeni çıkan damla sakızlı kuş lokumlarına bakıyordum, çocuklar için hazırladıkları küçük 1 liralık paketler dikkatimi çekti. Ondanda aldık, ödeme yapacağız, ileriden çocuk sesleri duyduk. Onlara bakmaya gittiğimizde cıvıl cıvıl bir ortam, ebeveynleriyle çocuklar gördük. Hani bir alış veriş merkezi olsa orası, ya da ne bileyim bir amerikan şirketinin zincir restorantında olsanız şaşırmazsınız. Ama ben Tuğba Kuruyemiş'te böyle birşey görünce şaşırdım. Şimdi düşüncelerinizi okuyabiliyorum " Kapitalist sistemin satış propagandası" diye düşünüyorsunuzdur. Kapitalist sistemin efendileri, hazırladıkları bu ortamlarda, alış verişi bitmiş müşteriye "Kahve kavurduk, kokmuştur hanımefendi. Kahvenizi nasıl içersiniz? " diye sormaz. Ben alış verişimi yapmışım gidiyorum, çocuğum orada diğer müşterilerin çocuklarıyla oynuyor, çocuğumun oyunu bölünmesin diye bana kahve ikram etmek istiyorlar. Üstelik ben sıradan bir vatandaşım. Gerçekten çok şaşırdım. Bu davranışları beni yaklaşık on yıl öncesine götürdü. Manisa'da öğrenciyken bazen arkadaşlarımın evlerinde kalırdım. Sigaraları bittiğinde, özellikle Tuğba Kuruyemiş'ten almak isterlerdi. Şimdi sanırım sigara satmıyorlar. Kışın sadece sigara almaya bile onlarla uğradığımızda bize sıcak bir içecek, yazın geldiğimizdeyse limonata ikram ederlerdi. Oysa sadece sigara alıyor olurduk. "Siz öğrencisiniz diyip hep ikramda bulunurlardı." Oysa gerçekten biz sadece öğrenciydik. Artık Tuğba Kuruyemiş'lerde sigara satılmıyor. Sanırım bir kurum politikası. O günlerden bu yana hala zincir uzayarak devam ediyor ve sloganları gibi orada sadece güleryüz hizmet ediiyor. Tek amaçları müşteri memnuniyeti. Sonucunda mesirli lokum, kuruyemiş yada kahve almak için Mavişehir'den Bostanlı'ya sırf Tuğba Kuruyemiş'e gelen müşteriler oluyor. İyiki varsınız...
Açıkçası Çınar doğmadan önce ben eve çokta kuruyemiş almazdım. Kilo alıyoruz diye sınırlı tutmaya çalışırdım. Bakkallara gidildiğindede yarım kiloluk kuru yemiş paketleri görünce sinir oluyordum. Şöyle çocukları özendirecek birşeyler olsun istiyordum. Bakkala gittiğimizde rengarenk sakızlar, şekerler, çikolatalar yerine daha faydalı birşeyler olsun istiyordum. Feryadımı Malatya Pazarı duymuş ve yeni ürün çıkarmış. Akçay'da markette görünce çok hoşuma gitti, hemen aldım. 40 gr lık küçük ambalajlar halinde kuruyemiş paketlemişler. Aslında kuruyemiş ve kurumeyve demeli. İçeriğinde siyah ve beyaz kuru üzüm, yaban mersini, badem ve fındık var. Küçük bir ambalaj olduğu için yer kaplamıyor, bayatlamıyor ve en önemlisi çocuklar buna bayılıyor. Paketi 1 TL den satışta. Fiyatıda tam bakkallık :) Tam bir mineral, vitamin ve enerji kaynağı. Böyle projelere bizlerde destek verelim ki, devamı gelsin değil mi?
Yarın görüşmek üzere.
Geçen haftalarda Çınar'la Bostanlı'da dolaşmaya çıktık. Tatlişkomla her zaman gittiklerimizin dışında bir parkta oturup, vakit geçirmek istiyordum. Balıkçı Parkında başka çocukların hep birşeyler yediğini görünce yakındaki Tuğba Kuruyemiş'ten oğluma birşeyler alayım dedim.
İçeri girdik, kuru kayısı aldık. Tam ödeme yapacağız, "Anne lokum alalım mı?" dedi. Yeni çıkan damla sakızlı kuş lokumlarına bakıyordum, çocuklar için hazırladıkları küçük 1 liralık paketler dikkatimi çekti. Ondanda aldık, ödeme yapacağız, ileriden çocuk sesleri duyduk. Onlara bakmaya gittiğimizde cıvıl cıvıl bir ortam, ebeveynleriyle çocuklar gördük. Hani bir alış veriş merkezi olsa orası, ya da ne bileyim bir amerikan şirketinin zincir restorantında olsanız şaşırmazsınız. Ama ben Tuğba Kuruyemiş'te böyle birşey görünce şaşırdım. Şimdi düşüncelerinizi okuyabiliyorum " Kapitalist sistemin satış propagandası" diye düşünüyorsunuzdur. Kapitalist sistemin efendileri, hazırladıkları bu ortamlarda, alış verişi bitmiş müşteriye "Kahve kavurduk, kokmuştur hanımefendi. Kahvenizi nasıl içersiniz? " diye sormaz. Ben alış verişimi yapmışım gidiyorum, çocuğum orada diğer müşterilerin çocuklarıyla oynuyor, çocuğumun oyunu bölünmesin diye bana kahve ikram etmek istiyorlar. Üstelik ben sıradan bir vatandaşım. Gerçekten çok şaşırdım. Bu davranışları beni yaklaşık on yıl öncesine götürdü. Manisa'da öğrenciyken bazen arkadaşlarımın evlerinde kalırdım. Sigaraları bittiğinde, özellikle Tuğba Kuruyemiş'ten almak isterlerdi. Şimdi sanırım sigara satmıyorlar. Kışın sadece sigara almaya bile onlarla uğradığımızda bize sıcak bir içecek, yazın geldiğimizdeyse limonata ikram ederlerdi. Oysa sadece sigara alıyor olurduk. "Siz öğrencisiniz diyip hep ikramda bulunurlardı." Oysa gerçekten biz sadece öğrenciydik. Artık Tuğba Kuruyemiş'lerde sigara satılmıyor. Sanırım bir kurum politikası. O günlerden bu yana hala zincir uzayarak devam ediyor ve sloganları gibi orada sadece güleryüz hizmet ediiyor. Tek amaçları müşteri memnuniyeti. Sonucunda mesirli lokum, kuruyemiş yada kahve almak için Mavişehir'den Bostanlı'ya sırf Tuğba Kuruyemiş'e gelen müşteriler oluyor. İyiki varsınız...
Açıkçası Çınar doğmadan önce ben eve çokta kuruyemiş almazdım. Kilo alıyoruz diye sınırlı tutmaya çalışırdım. Bakkallara gidildiğindede yarım kiloluk kuru yemiş paketleri görünce sinir oluyordum. Şöyle çocukları özendirecek birşeyler olsun istiyordum. Bakkala gittiğimizde rengarenk sakızlar, şekerler, çikolatalar yerine daha faydalı birşeyler olsun istiyordum. Feryadımı Malatya Pazarı duymuş ve yeni ürün çıkarmış. Akçay'da markette görünce çok hoşuma gitti, hemen aldım. 40 gr lık küçük ambalajlar halinde kuruyemiş paketlemişler. Aslında kuruyemiş ve kurumeyve demeli. İçeriğinde siyah ve beyaz kuru üzüm, yaban mersini, badem ve fındık var. Küçük bir ambalaj olduğu için yer kaplamıyor, bayatlamıyor ve en önemlisi çocuklar buna bayılıyor. Paketi 1 TL den satışta. Fiyatıda tam bakkallık :) Tam bir mineral, vitamin ve enerji kaynağı. Böyle projelere bizlerde destek verelim ki, devamı gelsin değil mi?
Yarın görüşmek üzere.
21 Temmuz 2010 Çarşamba
Şule'den Rulo Pasta
Merhabalar,
Bugün sizlere eski lise arkadaşım Jale'den bahsetmek istiyorum. Jale'yle biz lisede beraberdik. Okul çıkışları ev yolunu uzatır, pastanelerden değişik pastalar, börekler alır, parklarda duraklar sonra evlere dağılırdık. Jale, Bursa Fen Lisesi'nden gelmişti. Ben her zamanki kazma Aslı'ydım :) Zaten sınıfta üniversite sınavında en düşük puanı sanırım ben aldım, her zamanki gibi sonuncu olmuş olabilirim. Birde seneye daha yüksek puan alırım, istediğim yere yerleşirim diyenler vardı. Bu sınava sadece bir kez girmek istiyordum. Allah'tan doğru tercihler yapmışızda sevdiğim bir mesleğim olmuş. Şu sıralar hıldır hıldır tercihte bulunan gençleri ve tedirgin ebeveynleri görünce aklıma o günler geliyor. Jale, İTÜ - İşletme Mühendisliği'ni istiyordu. Kesinlikle mühendis olarak yoluna devam edecekti. Tabi bunu Jale istiyordu, ailesi değil. Ailesiyse kesinlikle tıp fakültesi kazanmasını istiyordu ve Ankara'ya yerleşmek planlarının başındaydı. Bizim zamanımızda tercihler sınava girmeden önce yapılırdı (ne kadar saçmaymış değil mi? daha puanın bile belli değilken tercihleri sıralıyordunuz). Jale Hacettepe Tıp Fakültesini yazdıktan sonra artık çalışmayı bıraktı. Nasılsa kazanırım dedi ve ingilizce tıbbı bile kazanacak puan aldı. İlk yıl okula doğru dürüst gitmedi, "Ben doktormu olucam şimdi? İstemiyorum Aslı" dedi. Bende doktor olmak istemiyordum, nasıl arkadaşıma gaz vereceğim diye kara kara düşünürken, imdadıma Discovery Channel yetişti. Beyin ve değişik hastalıklar üzerine bir belgesel izledim. Ankara'ya geldiğimde Jale'ye izlediklerimi, sağ el sendromunu anlattım. Bizimki biraz etkilendi ama bana mısın demiyordu. "Kızım gıcık etme beni, sen en azından değişik birşeyler yapabileceksin, Ben ne yapayım? Kaktüs şeklinde turşu, ya da şeffaf sakız mı üreteceğim?" dedim. Önce ailelerinin ortak özelliği olan o şen kahkahayı patlattı, ardından okulu bitirdi. Bir baktık bizim kız TUS'u kazanmış, Nörolog olacak. Buraya kadar ideal giden hayat, Jale'nin "Yok bu bana göre değilmiş" demesiyle son buldu. Bizim akıllı, sen istifa et, üzerine yine TUS'a gir, yine kazan :) Ufuk Üniversitesi'nde "Fizyoterapi" kazandı. Birazda orada gitti geldi, "Yok, ben bunuda sevmedim, bana göre değil" dedi. Üçüncü kez TUS'a girdi ve ilk aşkı "Nöroloji" yi yeniden kazandı. Şimdi o okul yolundaki iki önlüklü kız; biri gıda mühendisi, biri nörolog :)
Dün Jale'yle Kızılay'da gezerken gözlerimiz pastane aradı. Ama büyük bir süprizle gelmiş bizimki, yalnız değildi. Üç kişiydik :) 7 aylık evli olan arkadaşım, 6 aylık hamile çıktı karşıma :) Jale'yle birşeyler içtikten sonra, eve gittik. Tüm aileyi özlemişim. Ablası Şule, biz lisedeyken bazen bize makarna yapardı. Eeeee aradan en az on yıl geçmiş. Artık tereyağlı pilavlar, fırında tavuk, rendelenmeden-elde bıçakla hazırlanmış cacık, çocuklarıyla birlikte yaptığı rulo pasta... İçten bir aile sofrası, çocuklu, yeni damatlı, hamileli bir curcuna...
Anlayacağınız, güzel bir buluşmaydı. Bugün size Şule'nin tarifini vermek istiyorum. Eminim sizlerde denediğinizde çok beğeneceksiniz.
ŞULE'NİN VİYANA USULU TÜRK RULO PASTASI
Malzemeler:
Hamuru için:
- 5 Yumurta
- 6 Yemek kaşığı şeker
- 1 Paket vanilya
- 6 Yemek kaşığı un
- 1 Paket kabartma tozu
Krema için:
- 2 Su bardağı süt
- 5 Yemek kaşığı şeker
- 2 Yemek kaşığı nişasta
- 1 Yemek kaşığı un
- 1 Paket vanilya
- 3 yemek kaşığı kakao
Arası için :
- 2 Büyük muz (isterseniz bütün halde, isterseniz dilimleyerek koyabilirsiniz)
Hamuru hazırlarken, 5 yumurtayı mutfak robotunda en az üç dakika çırpın. Yumurtalar iyice kabarsın, renkleri değişsin ve köpük olsun. Ardından içine şeker, vanilya ilave edin, kabartma tozu ve unu eleyerek karışıma ekleyin ve şöylece bir karıştırın.
Fırın tepsisine yağlı kağıt serin 175 derecede hamur pembeleşip, kabarıncaya kadar pişirin. Ama üzerini iyice kabuk bağlatıp, yakmayın.İnce bir hamur olduğu için çabuk pişecektir.
Krema içinse, tüm malzemeyi karıştırıp, kıvamlanıp, üzeri göz göz oluncaya kadar pişirin. Hazırladığınız kremadan dolu dolu bir bardak ayırın. Kalan soğumuş kremayı hamurun üzerine sürün. Üzerine dilimlenmiş muzları serin ve rulo şeklinde hamuru sarmaya başlayın. Yağlı kağıt nasılda işe yarıyor değil mi? hazırladığınız ruloyu bir borcama ya da sunum tabağına alın ve üzerine kalan bir bardak kremayı sürün. Üzerini Şule ceviz, hindistan cevizi, antep fıstığıyla süslemiş. "Viyana'dan getirdiğim şekerlemeleri koymayı unuttum" dedi. İsterseniz siz Dr. Oetker'in pasta süsleriyle süsleyebilirsiniz.
20 Temmuz 2010 Salı
Gelincik Adam
Merhabalar,
Bundan yaklaşık iki-üç ay önce Figen'le İkea'da gezerken gelincikli duvar stickerları gördük. Benim salonuma çok yakışacağını düşünüp aldık. Ama sonuç beklediğim gibi olmadı. Stickerlar duvardan hep soyuldu, düştü. Gelincikler çok yakışmıştı, daha sağlam birşeyler bulmalıyım dedim. O günden beri gelincikli puzzlelar bakıyorum. Gelincikleri izlemek beni dinlendiriyor. Eminim böyle birşey yapmak beni rahatlatacak ve içimde birşeyler dinlenecek.
Gelincik temalı puzzle ararken Anatolia marka puzzle çıktığını gördüm ve Hikmet Çetinkaya'yı. Şimdi bana kızmayın, valla hiç aklıma Hikmet Çetinkaya resimleri gelmemişti. Anneme yaptığım puzzle bittiği göre artık güzel bir gelincikli puzzle alabilirim, hatta on iki gün buradayken belki misafirhanede yaparım diye kendimce planlar yapıyordum. Ne oldu biliyormusunuz? Kaldığım misafirhanede, tüm duvarlarda Hikmet Çetinkaya resimleri var. Nereye baksam başka bir gelincik resmi görüyorum. Resepsiyona resimleri sorduğumda, hepsinin baskı olduğunu sadece giriştekinin orjinal olduğunu söylediler. "Nasıl yani? Hikmet Çetinkaya buradamıydı? " diye sordum, "Evet, buradaydı ve resmi burada yaptı." dedi. Aşağıda misafirhanedeki orjinal resmi görüyorsunuz.
Benim çektiğim resim çok iyi çıkmamış. Albümden baktığımdaysa bu resmi bulamadım.
Ressam Hikmet Çetinkaya'yı tanımayanlar için kısa bilgi:
www.hikmetcetinkaya.com
Siteyi ziyaret ettiğinizde tam bir gelincik şöleni yaşayacaksınız. Hazır Ankara'ya gelmişken atölyesini ziyaret etmek istiyorum. Çankaya'da biryerlerdeymiş. Orayı bulabilirmiyim bilmiyorum ama bu düşünce beni heyecanlandırıyor. Sanki bunu yaparsam ileride yapacağım puzzle beni daha bir heyecanlandıracak. Ya da baskı bir resmini alsam dahi kendimi hep orjinallerin içinde hissedeceğim.
Ünlü ressamımız bu kadar çok gelincik resminden sonra "Gelincik Adam" olarak tanınıyor. Netteki galeriyi gezdiniz mi? Sizcede bu ünvanı haketmiyor mu?
Bundan yaklaşık iki-üç ay önce Figen'le İkea'da gezerken gelincikli duvar stickerları gördük. Benim salonuma çok yakışacağını düşünüp aldık. Ama sonuç beklediğim gibi olmadı. Stickerlar duvardan hep soyuldu, düştü. Gelincikler çok yakışmıştı, daha sağlam birşeyler bulmalıyım dedim. O günden beri gelincikli puzzlelar bakıyorum. Gelincikleri izlemek beni dinlendiriyor. Eminim böyle birşey yapmak beni rahatlatacak ve içimde birşeyler dinlenecek.
Gelincik temalı puzzle ararken Anatolia marka puzzle çıktığını gördüm ve Hikmet Çetinkaya'yı. Şimdi bana kızmayın, valla hiç aklıma Hikmet Çetinkaya resimleri gelmemişti. Anneme yaptığım puzzle bittiği göre artık güzel bir gelincikli puzzle alabilirim, hatta on iki gün buradayken belki misafirhanede yaparım diye kendimce planlar yapıyordum. Ne oldu biliyormusunuz? Kaldığım misafirhanede, tüm duvarlarda Hikmet Çetinkaya resimleri var. Nereye baksam başka bir gelincik resmi görüyorum. Resepsiyona resimleri sorduğumda, hepsinin baskı olduğunu sadece giriştekinin orjinal olduğunu söylediler. "Nasıl yani? Hikmet Çetinkaya buradamıydı? " diye sordum, "Evet, buradaydı ve resmi burada yaptı." dedi. Aşağıda misafirhanedeki orjinal resmi görüyorsunuz.
Benim çektiğim resim çok iyi çıkmamış. Albümden baktığımdaysa bu resmi bulamadım.
Ressam Hikmet Çetinkaya'yı tanımayanlar için kısa bilgi:
www.hikmetcetinkaya.com
Siteyi ziyaret ettiğinizde tam bir gelincik şöleni yaşayacaksınız. Hazır Ankara'ya gelmişken atölyesini ziyaret etmek istiyorum. Çankaya'da biryerlerdeymiş. Orayı bulabilirmiyim bilmiyorum ama bu düşünce beni heyecanlandırıyor. Sanki bunu yaparsam ileride yapacağım puzzle beni daha bir heyecanlandıracak. Ya da baskı bir resmini alsam dahi kendimi hep orjinallerin içinde hissedeceğim.
Ünlü ressamımız bu kadar çok gelincik resminden sonra "Gelincik Adam" olarak tanınıyor. Netteki galeriyi gezdiniz mi? Sizcede bu ünvanı haketmiyor mu?
19 Temmuz 2010 Pazartesi
Vişne ve Erkekler
Merhabalar
Bugün size nasıl vişne ayıklanacağını anlatmak istiyorum. Akçay'dayken bizimkiler pazardan 2 kg vişne almışlar. Reçel yapalım dedik. Ama vişnelerin çekirdeklerini nasıl çıkaracağımızı bilmiyordum. Annemlerde eski model bir sarımsak sıkacağı var. Onun sapındaki deliğe bir vişne koyup, aleti kapattığınızda çekirdekleri çıkartıyor. Hatta zeytin çekirdeğide bildiğim kadarıyla aynı yöntemde elde çıkartılabiliyor. Evde böyle birşey yoktu. Sabiha Anne'de çengelli iğneyle çıkaralım dedi. Ne demek istediği hakkında zerre kadar bir fikrim yoktu, fakat öğrendim :)
Çengelli iğnenin yuvarlak altıyla vişneye girip, çekirdek evciğinin etrafında gezdirin, sonrada çekip çıkartın. Ne kadar kolay değil mi? Vişneyi dağıtmadan (benimgibi acemiler için biraz iddialı bir söz ama...) Çekirdeklerini ayıklayabiliyorsunuz. Ardından 1/1,5 oranında şekere yatırıyorsunuz. Yani bir kilo vişneye, 1,5 kg toz şeker kullanın. Eğer vişneler çok ekşi değilse 1,25 şekerde kullanabilirsiniz. Biz bu sefer reçel yaparken limon suyu kullandık. Limon tuzunun daha etkili olduğu söyleniyor. Ben çilek reçellerimde limon tuzu kullanmıştım.
Gayem sizlere vişne reçeli tarifi vermek değil. Böyle bir yöntemi haber vermek. Birde bu vişne ayıklama işi hoşuma gitti. Çınar yanıma oturdu ve ayıklanmış vişneleri götürdü :) Bu ayıklama esnasında hep aklımda Ferhan Şensoy vardı, birde Anton Çehov. Çehov'un o zamanlar hangi kitabını okuduğumu hatırlayamıyorum, ama İlker'le ilk flörtlerimiz esnasında, benim bu karadenizli yarim, gözünü karşıyakaya dikmiş, Karadenizli kardeşi Çehov'un "Vişne Bahçesi" nden bahsediyordu. İlker, Ferhan Şensoy hastasıdır. İlk defa Çehov'un istediği gibi komedi olarak Ferhan Şensoy sahnelemiş. Hatta beraber yıllar sonra izledik. Neye şaşırıyorum biliyormusunuz; bence ağız tatları aynı. Vişne tadı, soğuk hava, tatlı mayhoşluk yaklaştırıyor bu üç karadenizliyi. Anlıyorlar birbirlerini. Oğlumu löpür löpür vişne yerken gördüğümde "İşte yeni bir Ferhan Şensoy geliyor galiba" dedim. Evet evet kesinlikle dördüncü geliyor. Çünkü oğlum bu aralar babası gibi kelime oyunları yapıyor, hecelerin yerini değiştirip gülüyor. Dil yeteneği ön plana çıkmaya başladı. "Baba bir-üç gel sen :)" diye evde sesi yankılandıkça babası yarattığı etkiden memnun, kasılmaya başladı. Oğlumuz kendine göre bir espri anlayışı bile geliştirdi. Bakalım zaman daha neler gösterecek.
Bugün size nasıl vişne ayıklanacağını anlatmak istiyorum. Akçay'dayken bizimkiler pazardan 2 kg vişne almışlar. Reçel yapalım dedik. Ama vişnelerin çekirdeklerini nasıl çıkaracağımızı bilmiyordum. Annemlerde eski model bir sarımsak sıkacağı var. Onun sapındaki deliğe bir vişne koyup, aleti kapattığınızda çekirdekleri çıkartıyor. Hatta zeytin çekirdeğide bildiğim kadarıyla aynı yöntemde elde çıkartılabiliyor. Evde böyle birşey yoktu. Sabiha Anne'de çengelli iğneyle çıkaralım dedi. Ne demek istediği hakkında zerre kadar bir fikrim yoktu, fakat öğrendim :)
Çengelli iğnenin yuvarlak altıyla vişneye girip, çekirdek evciğinin etrafında gezdirin, sonrada çekip çıkartın. Ne kadar kolay değil mi? Vişneyi dağıtmadan (benimgibi acemiler için biraz iddialı bir söz ama...) Çekirdeklerini ayıklayabiliyorsunuz. Ardından 1/1,5 oranında şekere yatırıyorsunuz. Yani bir kilo vişneye, 1,5 kg toz şeker kullanın. Eğer vişneler çok ekşi değilse 1,25 şekerde kullanabilirsiniz. Biz bu sefer reçel yaparken limon suyu kullandık. Limon tuzunun daha etkili olduğu söyleniyor. Ben çilek reçellerimde limon tuzu kullanmıştım.
Gayem sizlere vişne reçeli tarifi vermek değil. Böyle bir yöntemi haber vermek. Birde bu vişne ayıklama işi hoşuma gitti. Çınar yanıma oturdu ve ayıklanmış vişneleri götürdü :) Bu ayıklama esnasında hep aklımda Ferhan Şensoy vardı, birde Anton Çehov. Çehov'un o zamanlar hangi kitabını okuduğumu hatırlayamıyorum, ama İlker'le ilk flörtlerimiz esnasında, benim bu karadenizli yarim, gözünü karşıyakaya dikmiş, Karadenizli kardeşi Çehov'un "Vişne Bahçesi" nden bahsediyordu. İlker, Ferhan Şensoy hastasıdır. İlk defa Çehov'un istediği gibi komedi olarak Ferhan Şensoy sahnelemiş. Hatta beraber yıllar sonra izledik. Neye şaşırıyorum biliyormusunuz; bence ağız tatları aynı. Vişne tadı, soğuk hava, tatlı mayhoşluk yaklaştırıyor bu üç karadenizliyi. Anlıyorlar birbirlerini. Oğlumu löpür löpür vişne yerken gördüğümde "İşte yeni bir Ferhan Şensoy geliyor galiba" dedim. Evet evet kesinlikle dördüncü geliyor. Çünkü oğlum bu aralar babası gibi kelime oyunları yapıyor, hecelerin yerini değiştirip gülüyor. Dil yeteneği ön plana çıkmaya başladı. "Baba bir-üç gel sen :)" diye evde sesi yankılandıkça babası yarattığı etkiden memnun, kasılmaya başladı. Oğlumuz kendine göre bir espri anlayışı bile geliştirdi. Bakalım zaman daha neler gösterecek.
Merhaba
Merhabalar,
Ben Aslı. Hatırladınız mı? Bir hafta yazmayınca ne çabuk unutuluyorum :) Pek nazlısınız maşallah. 7 günlük tatilden sonra bugün Ankara'dayım. Ankara maceralarını ilerleyen günlerde anlatacağım. Şimdi esas tatilden, İlker'den, yeniliklerden bahsetmek istiyorum. Öncelikle İlker aramıza geldi,;hoşgeldi, Çınar kudurdu :) Hep beraber Pazar günü Akçay'a yola çıktık ve görümcem Pınar'ı istemeye geldiler. Güzel bir merasim oldu. Bu durumdan tek hoşnut olamayan küçük Çınarcığımdı. İlginin kendisinde olmamasına alışkın olmayan oğlum, eline bir fotograf makinesi aldı, flaşını açtı ve herkesin resmini çekti. Daha ilgi çekici bir yöntem düşünemezdim. Tüm tatil boyunca "Anne sen git, bi git anne. Yanındayken yaramazlık yapamıyorum. Sen gitde, istediklerimi yapayım" dedi durdu. Bizde fırsattan istifade Pınar, İlker ve ben Assos turuna çıktık. Tek kelimeyle muhteşemdi. Daha önce İlker'le 2-3 kere daha Assos'a gitmek istemiştik. Her seferinde arabayla bilmediğimiz bir sürü yere gidip, Assos'u göremeden geliyorduk. Bu sefer bu tur derdimize derman oldu. Hemde ne derman. Önce Kadırga Koyu'na götürdüler bizi. Çarşaf gibi denizde Fatih Sultan Mehmet'i ve İstanbul'u fethetmek için bu koyda yaptırdığı gemileri düşündüm. Bu cennet koya, denize ve kavak ağaçlarına bakıp, İstanbul'a gemilerle nasıl gireceğini hayal etmiş. Oysa ben sadece cennet görüyorum :)) Neyse ki Fatih vardı ve bizim gibi düşünmedi :)
Ardından Behramkale'ye çıktık. Orada açıkçası utandım. Gelen turistlerde müzekart vardı, bizim turda kimsede yoktu. Sokak aralarında gezdik, bizim Şirince'ye benzer birşeyler yapmışlar, güzelde olmuş. İlker bize macun ısmarladı. Damla sakızlı türk kahvesi içtik. Evet beni tanıyanlar şaşıracaklar ama ben kahve içtim. Damla sakızları ağzıma gelip, tadı damağımda yayıldıkça hoşuma gitti. Galiba benim kahveyi sevmememdeki bir faktörde ithalatını bizim yapmamız. Behramkale'de, İzmir'den, ithalattan, depolardan çoook uzaktaydım. Depoların toz kokusu, ya da forkliftlerden gelen egzoz yerine kekik kokuları, deniz tuzu, ev yapımı sabun kokuyordu. Birde kahve... Karşımda da işçiler, üzeri kirpas içinde her an bir omo reklamına gülmeye çalışanlar yerine ege köylüleri vardı. Turumuzda birde emekli milli eğitim müfettişi-yeni TRT ud sanatçısı vardı. Kabak çiçeği dolması, sarma, bol salata, imam bayıldı, ve sardalya yanında ud dinledik. Kulağa çok keyifli geliyor değil mi? Yanına dalga seslerini ve cırcır böceklerini ekleyin. Dönüşte İlker bir karadut ağacı buldu, tüm çevikliğiyle avuç avuç dut getirdi bana. İşte gerçek omo reklamı bundan sonra başladı. Hep beraber bordoya bulandık.
Oğlumla, eşimle ve ailesiyle güzel bir hafta geçirdim. Dün ise Çınar ve benim için biraz zor oldu. Çünkü tatlişkomla ne zaman yalnız kalsak " Anne gitmeni istemiyorum. Ben nasıl işe gidebilirim, senin yanına nasıl gelebilirim anne." diye sordu. Hep beraber bu şekilde Akçay'da yaşayacakmışız. Callou'da yaşadığını sanıyor tatlım benim. On gün sonra geleceğimi söyledim. Kısa bir süre ve beraber olacağız dedim. Oğluma yalan söyleyemiyorum. Bana olan güvenini sarsmak istemiyorum. Akşam beni uğurlarken duygusallaşmaya başladı, bende onu güldürdüm. "Ben yokken babanneyle kudurmak yok, bahçelerden biber, domates, çilek çalıp yeşilliğin içinde oturup yemek yok, taharet musluğuyla oynamak, ayıpçı kelimeler kullanmak yok :))" bunları duyunca bizimki bir kudurdu :) bir gülme geldi. Tatlımı şimdiden çok özledim. Oniki günlük bu kurstan sonra hemen oğluma kavuşacağım anı bekliyorum. Bu anı şimdiden özlüyorum. Yarın görüşürüz.
Ben Aslı. Hatırladınız mı? Bir hafta yazmayınca ne çabuk unutuluyorum :) Pek nazlısınız maşallah. 7 günlük tatilden sonra bugün Ankara'dayım. Ankara maceralarını ilerleyen günlerde anlatacağım. Şimdi esas tatilden, İlker'den, yeniliklerden bahsetmek istiyorum. Öncelikle İlker aramıza geldi,;hoşgeldi, Çınar kudurdu :) Hep beraber Pazar günü Akçay'a yola çıktık ve görümcem Pınar'ı istemeye geldiler. Güzel bir merasim oldu. Bu durumdan tek hoşnut olamayan küçük Çınarcığımdı. İlginin kendisinde olmamasına alışkın olmayan oğlum, eline bir fotograf makinesi aldı, flaşını açtı ve herkesin resmini çekti. Daha ilgi çekici bir yöntem düşünemezdim. Tüm tatil boyunca "Anne sen git, bi git anne. Yanındayken yaramazlık yapamıyorum. Sen gitde, istediklerimi yapayım" dedi durdu. Bizde fırsattan istifade Pınar, İlker ve ben Assos turuna çıktık. Tek kelimeyle muhteşemdi. Daha önce İlker'le 2-3 kere daha Assos'a gitmek istemiştik. Her seferinde arabayla bilmediğimiz bir sürü yere gidip, Assos'u göremeden geliyorduk. Bu sefer bu tur derdimize derman oldu. Hemde ne derman. Önce Kadırga Koyu'na götürdüler bizi. Çarşaf gibi denizde Fatih Sultan Mehmet'i ve İstanbul'u fethetmek için bu koyda yaptırdığı gemileri düşündüm. Bu cennet koya, denize ve kavak ağaçlarına bakıp, İstanbul'a gemilerle nasıl gireceğini hayal etmiş. Oysa ben sadece cennet görüyorum :)) Neyse ki Fatih vardı ve bizim gibi düşünmedi :)
Ardından Behramkale'ye çıktık. Orada açıkçası utandım. Gelen turistlerde müzekart vardı, bizim turda kimsede yoktu. Sokak aralarında gezdik, bizim Şirince'ye benzer birşeyler yapmışlar, güzelde olmuş. İlker bize macun ısmarladı. Damla sakızlı türk kahvesi içtik. Evet beni tanıyanlar şaşıracaklar ama ben kahve içtim. Damla sakızları ağzıma gelip, tadı damağımda yayıldıkça hoşuma gitti. Galiba benim kahveyi sevmememdeki bir faktörde ithalatını bizim yapmamız. Behramkale'de, İzmir'den, ithalattan, depolardan çoook uzaktaydım. Depoların toz kokusu, ya da forkliftlerden gelen egzoz yerine kekik kokuları, deniz tuzu, ev yapımı sabun kokuyordu. Birde kahve... Karşımda da işçiler, üzeri kirpas içinde her an bir omo reklamına gülmeye çalışanlar yerine ege köylüleri vardı. Turumuzda birde emekli milli eğitim müfettişi-yeni TRT ud sanatçısı vardı. Kabak çiçeği dolması, sarma, bol salata, imam bayıldı, ve sardalya yanında ud dinledik. Kulağa çok keyifli geliyor değil mi? Yanına dalga seslerini ve cırcır böceklerini ekleyin. Dönüşte İlker bir karadut ağacı buldu, tüm çevikliğiyle avuç avuç dut getirdi bana. İşte gerçek omo reklamı bundan sonra başladı. Hep beraber bordoya bulandık.
Oğlumla, eşimle ve ailesiyle güzel bir hafta geçirdim. Dün ise Çınar ve benim için biraz zor oldu. Çünkü tatlişkomla ne zaman yalnız kalsak " Anne gitmeni istemiyorum. Ben nasıl işe gidebilirim, senin yanına nasıl gelebilirim anne." diye sordu. Hep beraber bu şekilde Akçay'da yaşayacakmışız. Callou'da yaşadığını sanıyor tatlım benim. On gün sonra geleceğimi söyledim. Kısa bir süre ve beraber olacağız dedim. Oğluma yalan söyleyemiyorum. Bana olan güvenini sarsmak istemiyorum. Akşam beni uğurlarken duygusallaşmaya başladı, bende onu güldürdüm. "Ben yokken babanneyle kudurmak yok, bahçelerden biber, domates, çilek çalıp yeşilliğin içinde oturup yemek yok, taharet musluğuyla oynamak, ayıpçı kelimeler kullanmak yok :))" bunları duyunca bizimki bir kudurdu :) bir gülme geldi. Tatlımı şimdiden çok özledim. Oniki günlük bu kurstan sonra hemen oğluma kavuşacağım anı bekliyorum. Bu anı şimdiden özlüyorum. Yarın görüşürüz.
9 Temmuz 2010 Cuma
İlker Geliyor
Bugün asker eşi olarak son günüm. İlker bugün terhis oluyor ve ailecek askerliğimiz bitti. Artık Çınar'la komutan muhabbeti yapmayacağız. Ben yeşil kamuflaj yıkamayacağım. Zaten denizci eşimin tankçı olarak uzun dönem askerlik yapması abukluktu. Ama askeriyenin işine akıl sır ermez. İlker'den denizcilik ve telsizcilikle ilgili belgeler istediklerinde kesin denizci olur diye düşünmüştük. Hayat süprizler dolu; Ankara'da bir yıl askerlik yaptı. Kurslar taburunda öğretmen oldu ve fotograf, video işleriyle hep ilgilendi. Her işte bir hayır var; iyide oldu. Sadece meslek üzerine askerlik yapsa ona kişisel olarak birşeyler kazandırmayacaktı ama şimdi bambaşka şeyler öğrendi. Bir fotografçı ya da ajans gibi 8 ay çalıştı. Allaha şükürler olsunki, sağ salim geliyor. Askere tam gidip eksik gelenler var, ya da gelmeyenler, sadece gidenler...
Bu yüzden bugün mutlu gün, yarınki varışın kutlanması gerek. Artık önce kayınvalidemlerle, sonrada annemlerle kutlarız. Güzel sofralarda hep beraber olalım istiyorum. Bu hafta sonu görümcemi istemeye geliyorlar. Biraz heyecanlı bir hafta sonu olacak. Hazırlıklarımız son sürat sürüyor. Sonrada İlker'le küçük bir tatil planı düşünüyoruz. Belki Akçay'da safariye katılırız. Değişiklik olur. Sonra Foça ya da Çeşme'ye gideceğiz. Kulağa güzel geliyor değil mi? Bu sıcakta ikisininde serin sularını hayal etmek güzel. Çeşme'nin eşsiz kumu,sürekli esen rüzgarı, Foça'nında iri taşları, sokaklarda sevimli kedileri, rum beyazı evleri var. Ne yapsak bilmiyorum. Çok kararsızım.
Bu aralar düzenli yazamayabilirim. Görüşmek üzere :))
Bu yüzden bugün mutlu gün, yarınki varışın kutlanması gerek. Artık önce kayınvalidemlerle, sonrada annemlerle kutlarız. Güzel sofralarda hep beraber olalım istiyorum. Bu hafta sonu görümcemi istemeye geliyorlar. Biraz heyecanlı bir hafta sonu olacak. Hazırlıklarımız son sürat sürüyor. Sonrada İlker'le küçük bir tatil planı düşünüyoruz. Belki Akçay'da safariye katılırız. Değişiklik olur. Sonra Foça ya da Çeşme'ye gideceğiz. Kulağa güzel geliyor değil mi? Bu sıcakta ikisininde serin sularını hayal etmek güzel. Çeşme'nin eşsiz kumu,sürekli esen rüzgarı, Foça'nında iri taşları, sokaklarda sevimli kedileri, rum beyazı evleri var. Ne yapsak bilmiyorum. Çok kararsızım.
Bu aralar düzenli yazamayabilirim. Görüşmek üzere :))
8 Temmuz 2010 Perşembe
Deniz'den Puding ve Patates
Merhabalar,
Bugün sizlere kardeşim Deniz'den bahsetmek istiyorum. Denizcik bu hafta İzmir'e geldi, bir süre burada kalıp gidecek. Bugün bu hafta yaptığı iki şeyin tarifini vermek istiyorum.
İlki resimde gördüğünüz muzlu puding. Fotograf çok net çıkmamış. Annemlerin mutfağının ışığından böyle oluyor. Aslında tarif çok basit. 1 paket muzlu pudingi tarifinde oranla sütle hazırlayın. Kaselere dökerken bir tane finger bisküviyi çaprazlamasına daldırın. İki-üç tane fındık koyarak süsleyin. Soğuduktan sonra üzerine Dr. Oetker renkli pasta süsüyle süsleyin. Yanınada çilekli, böğürtlenli Haribo koyun. Oldukça şık, ama çok basit bir tarif. Muzlu puding belki misafire ikram edilmeyebilir ama bu haliyle herkese ikram edebilirsiniz.
Denizin hazırladığı ikinci pratik tarifimiz, baharatlı patates.
BAHARATLI KABUKLU PATATES
Malzemeler:
- 1 kg taze patates
- 2 yemek kaşığı zeytinyağı
- Kırmızı biber, karabiber, toz biber, tuz, kekik
- Kısacası evde ne kadar baharat varsa
- Yağlı kağıt
Taze patatesleri güzelce yıkayıp, kabuklarını soymadan, iri iri dilimliyoruz (Fast-food çularda satılan elma dilimi patates şeklinde ). Sonra bir kabın içinde zeytinyağı ve bahartlarla harmanlıyoruz. Yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine yayıyoruz. Fırında 175 derecede pişiriyoruz. Patatesler iyice yumuşayınca fırından alıp sıcak servis yapabilirsiniz. Soğuk olarakta tüketilebilen, lezzetli bir garnitür.
Bugün sizlere kardeşim Deniz'den bahsetmek istiyorum. Denizcik bu hafta İzmir'e geldi, bir süre burada kalıp gidecek. Bugün bu hafta yaptığı iki şeyin tarifini vermek istiyorum.
İlki resimde gördüğünüz muzlu puding. Fotograf çok net çıkmamış. Annemlerin mutfağının ışığından böyle oluyor. Aslında tarif çok basit. 1 paket muzlu pudingi tarifinde oranla sütle hazırlayın. Kaselere dökerken bir tane finger bisküviyi çaprazlamasına daldırın. İki-üç tane fındık koyarak süsleyin. Soğuduktan sonra üzerine Dr. Oetker renkli pasta süsüyle süsleyin. Yanınada çilekli, böğürtlenli Haribo koyun. Oldukça şık, ama çok basit bir tarif. Muzlu puding belki misafire ikram edilmeyebilir ama bu haliyle herkese ikram edebilirsiniz.
Denizin hazırladığı ikinci pratik tarifimiz, baharatlı patates.
BAHARATLI KABUKLU PATATES
Malzemeler:
- 1 kg taze patates
- 2 yemek kaşığı zeytinyağı
- Kırmızı biber, karabiber, toz biber, tuz, kekik
- Kısacası evde ne kadar baharat varsa
- Yağlı kağıt
Taze patatesleri güzelce yıkayıp, kabuklarını soymadan, iri iri dilimliyoruz (Fast-food çularda satılan elma dilimi patates şeklinde ). Sonra bir kabın içinde zeytinyağı ve bahartlarla harmanlıyoruz. Yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine yayıyoruz. Fırında 175 derecede pişiriyoruz. Patatesler iyice yumuşayınca fırından alıp sıcak servis yapabilirsiniz. Soğuk olarakta tüketilebilen, lezzetli bir garnitür.
Yaz Turşusu
Merhabalar,
Başlığı okuduğunuzda ne hissettiniz?
- Ağız kuruluğu, susuzluk
- Kısırla birlikte turşu hayali
- Anne ya da komşu yüzü
- Domates soslu turşu suyu tadı?
Hangisi? Hiçbirimi, hepsimi? Siz neler hissettiniz ne düşündünüz bilmiyorum ama dün akşam pazara uğradığımda kadının biri kanıma girdi, bir sürü turşu malzemesi aldım ve dün akşam turşu kurdum.
Öyle turşu kurdum dediysem Dr. Oetker'le zannetmeyin, bizzat ananemin tarifi, bol sirkeli, nohutlu, sarımsaklı anne turşusu. Kalabalık evlerde, düdüklüde pişen kemikli yemeğin yanındaki turşulardan olacak inşallah. Küçükken annanem bana ara sıra acur alırdı, çok hoşuma giderdi. Hatta salatalık turşuları zamanla erir ama acur turşuları her zaman kütür kütür olur. Bayılırdım acur turşusunada. Önceleri yapabilirmiyim acaba? diye düşünürken, ne kaybedebilirimki diyip giriştim işe. Hayal ettiğim gibi zor birşeyi yokmuş. Zaten bütün fermantasyonu mikroorganizmalar yapıyor. Siz sadece turşu için uygun ortam hazırlıyorsunuz.
ANANEMİN YAZ TURŞUSU
Malzemeler:
- 1 kg salatalık (ben kornişon almadım, bebe salatalıkla yaptım)
- 1 kg acur
- 1 domates
- Yarım bağ maydonoz
- 6-7 nohut
- Yaklaşık onbeş adet yarım kesilmiş sarımsak
Salamurası İçin:
- Yarım litre üzüm sirkesi
- Yaklaşık bir litre su
- 2 yemek kaşığı şeker
- 2-3 tatlı kaşığı tuz
- 1 tatlı kaşığı limon tuzu
Salamura hakkında ananeme çok soru sordum. Öncelikle salamura içilebilir nitelikte olmalıymış. Yani karıştırdığınızda mutlaka tadına bakın. Eğer çok acı, ekşi ya da zayıfsa dengeleyecek bileşeni düşünüp ekleyin. Böyle söylememin sebebi, bazen sirkelerin asitliklerinin farklı olması. Limon tuzuyla bunu dengeleyebilirsiniz. Tuzunuda abartmayın, içilebilecek bir salamura olması konusunda ısrar etti.
Kabın en alt kısmına çatalla deldiğim salatalıkları koydum, aralarına sarımsak ve nohut koydum. Üzerine iri kesilmiş acurlar koydum. En üste bir tane kırmızı domates ve boşlukları dolduracak kadar yeşil biber koydum. Tüm turşu malzemesini çatalla deldim. Maydonozuda öylece koydum. Bakalım nasıl birşey olacak?
İsterseniz bu tarifi hemen yapmayın. Annemin söylediğine göre bir hafta- on gün içinde turşu olurmuş. Yaz turşusu çabuk olurmuş. Olduğunda nasıl birşey olduğunu yazarım, ona göre değerlendirirsiniz.
İşler çoook yoğun. Yarın görüşmek üzere, hoşçakalın.
Başlığı okuduğunuzda ne hissettiniz?
- Ağız kuruluğu, susuzluk
- Kısırla birlikte turşu hayali
- Anne ya da komşu yüzü
- Domates soslu turşu suyu tadı?
Hangisi? Hiçbirimi, hepsimi? Siz neler hissettiniz ne düşündünüz bilmiyorum ama dün akşam pazara uğradığımda kadının biri kanıma girdi, bir sürü turşu malzemesi aldım ve dün akşam turşu kurdum.
Öyle turşu kurdum dediysem Dr. Oetker'le zannetmeyin, bizzat ananemin tarifi, bol sirkeli, nohutlu, sarımsaklı anne turşusu. Kalabalık evlerde, düdüklüde pişen kemikli yemeğin yanındaki turşulardan olacak inşallah. Küçükken annanem bana ara sıra acur alırdı, çok hoşuma giderdi. Hatta salatalık turşuları zamanla erir ama acur turşuları her zaman kütür kütür olur. Bayılırdım acur turşusunada. Önceleri yapabilirmiyim acaba? diye düşünürken, ne kaybedebilirimki diyip giriştim işe. Hayal ettiğim gibi zor birşeyi yokmuş. Zaten bütün fermantasyonu mikroorganizmalar yapıyor. Siz sadece turşu için uygun ortam hazırlıyorsunuz.
ANANEMİN YAZ TURŞUSU
Malzemeler:
- 1 kg salatalık (ben kornişon almadım, bebe salatalıkla yaptım)
- 1 kg acur
- 1 domates
- Yarım bağ maydonoz
- 6-7 nohut
- Yaklaşık onbeş adet yarım kesilmiş sarımsak
Salamurası İçin:
- Yarım litre üzüm sirkesi
- Yaklaşık bir litre su
- 2 yemek kaşığı şeker
- 2-3 tatlı kaşığı tuz
- 1 tatlı kaşığı limon tuzu
Salamura hakkında ananeme çok soru sordum. Öncelikle salamura içilebilir nitelikte olmalıymış. Yani karıştırdığınızda mutlaka tadına bakın. Eğer çok acı, ekşi ya da zayıfsa dengeleyecek bileşeni düşünüp ekleyin. Böyle söylememin sebebi, bazen sirkelerin asitliklerinin farklı olması. Limon tuzuyla bunu dengeleyebilirsiniz. Tuzunuda abartmayın, içilebilecek bir salamura olması konusunda ısrar etti.
Kabın en alt kısmına çatalla deldiğim salatalıkları koydum, aralarına sarımsak ve nohut koydum. Üzerine iri kesilmiş acurlar koydum. En üste bir tane kırmızı domates ve boşlukları dolduracak kadar yeşil biber koydum. Tüm turşu malzemesini çatalla deldim. Maydonozuda öylece koydum. Bakalım nasıl birşey olacak?
İsterseniz bu tarifi hemen yapmayın. Annemin söylediğine göre bir hafta- on gün içinde turşu olurmuş. Yaz turşusu çabuk olurmuş. Olduğunda nasıl birşey olduğunu yazarım, ona göre değerlendirirsiniz.
İşler çoook yoğun. Yarın görüşmek üzere, hoşçakalın.
6 Temmuz 2010 Salı
Mısır
Merhabalar,
Bugün İzmir gerçekten çok sıcak. Öğleden sonra Torbalı yolcusuyum ve elimde oldukça ağır bir iş programı var. Artık iş yerinde öğlen yemeği bile zar zor yer olduk. İş deyince aklıma bu aralar bir ofisten çok, depolar ya da limanlar geliyor.
Neyse... Aslında bunlardan bahsetmek istemiyordum. Bahsetmek istediğim esas şey bu aralar pazarda en çok bulunan, lezzetli mısırlar. Yazın en güzel yanlarından biri mısır yiyebilmek. Yemek sitelerinde çok güzel tarifler var. Ama böyle pratik şeyler sanki yazmıyor.. Çalışan bir anne, mutfağında akşam için karnıyarığı 20 dk. hazırlayamaz. Ama eve geldiğinde mısırları hemen kavuzundan ayırıp, düdüklüye koyabilir. Akşam yemeğında bol salata ve köftenin yanında sıcak mısır yemek ev halkının hoşuna gidebilir. Biz genelde millet olarak, öğünde mısır pek tüketmiyoruz. Oysa oldukça lezzetli, doyurucu ve pratik.
HAŞLANMIŞ MISIR
- Düdüklü tencerenizin alabileceği kadar mısır
- 1 su bardağı su
- 1 tatlı kaşığı tuz
Mısırları düdüklüye bazısını bütün bırakarak, bazısını kırarak koyun. Üzerine suyu ve tuzu ilave ederek kapağını kapatın. Basınca ulaştıktan sonra 20 dakika pişirin. Haşlarken tuz koymak mısırı daha lezzetli yapıyor.
Yarın görüşürüz.
Bugün İzmir gerçekten çok sıcak. Öğleden sonra Torbalı yolcusuyum ve elimde oldukça ağır bir iş programı var. Artık iş yerinde öğlen yemeği bile zar zor yer olduk. İş deyince aklıma bu aralar bir ofisten çok, depolar ya da limanlar geliyor.
Neyse... Aslında bunlardan bahsetmek istemiyordum. Bahsetmek istediğim esas şey bu aralar pazarda en çok bulunan, lezzetli mısırlar. Yazın en güzel yanlarından biri mısır yiyebilmek. Yemek sitelerinde çok güzel tarifler var. Ama böyle pratik şeyler sanki yazmıyor.. Çalışan bir anne, mutfağında akşam için karnıyarığı 20 dk. hazırlayamaz. Ama eve geldiğinde mısırları hemen kavuzundan ayırıp, düdüklüye koyabilir. Akşam yemeğında bol salata ve köftenin yanında sıcak mısır yemek ev halkının hoşuna gidebilir. Biz genelde millet olarak, öğünde mısır pek tüketmiyoruz. Oysa oldukça lezzetli, doyurucu ve pratik.
HAŞLANMIŞ MISIR
- Düdüklü tencerenizin alabileceği kadar mısır
- 1 su bardağı su
- 1 tatlı kaşığı tuz
Mısırları düdüklüye bazısını bütün bırakarak, bazısını kırarak koyun. Üzerine suyu ve tuzu ilave ederek kapağını kapatın. Basınca ulaştıktan sonra 20 dakika pişirin. Haşlarken tuz koymak mısırı daha lezzetli yapıyor.
Yarın görüşürüz.
5 Temmuz 2010 Pazartesi
Çilek Reçeli
Merhabalar,
Bugün sizlere esinlerimden bahsetmek istiyorum. Malum Çınar'ı büyük bir ekip olarak, anane, babanne, dedeler, hala-teyze büyütüyoruz. Büyütüyoruz ama biz yerimizde mi duruyoruz? O çocuklukta ilerledikçe bende annelikte ilerliyorum. İşte bu hafta sonu annelikte bir adım daha attım ve ilk defa reçel yaptım :))
Aslında bu süreç oldukça sancılı geçti. Önce market rafında Dr. Oetker'in "Reçel Yap" ını gördüm. Bir gıda mühendisi olarak bu ürünü satın almayı düşünmek çok onuruma dokundu. İçindekilere baktım, pektin, gum ve sitrik asit var. Bende "amaaan pıp!" deyip ürünü rafa bırakıp, koca koca şeker torbalarına gittim. Eve genelde 1 kg lık un ve şeker alırım. Aldığım ürünü bozulmadan tüketmek isterim. Ama reçel yapma fikri bile kendimi anne hissettirmeye yetti. Düşünsenize marketten 3 kg luk birşeyler alıyorsunuz. 250 gr, el kadar birşeyler almaya benzemiyor. Market arabası doluyor bi kere. Sonrada pazardan çilek aldım. Ümit Usta'nın yemek kitabından tariflere baktım ama hiç aklıma yatmadı. Çünkü Ümit Usta çilek reçeli için 1 kg meyveye 1,5 kg şeker öneriyor. Annem ve ananem geldi gözümün önüne. Onların ölçüleri her zaman birebirdir. Sadece vişnede daha fazla koyduklarını hatırlıyorum. Bende Ümit Ustayı kaldırıp ananemlere güvendim. Birebir ölçü ile reçel yaptım. Sonuç:şahane oldu :))
ÇİLEK REÇELİ
Malzemeler:
- 1 kg ayıklanmış çilek
- 1 kg toz şeker
- 1 çay kaşığı limon tuzu
Çilekleri ayıklayıp bol suda yıkayın. İyice kumu ve küçük kartoloş tüğleri gitsin. Tencereye aldığınız çileklerin üzerine şekeri dökün, kapağını kapatın ve yaklaşık yarım saat bekleyin. Şekerin tamamının rengi kırmızı olacaktır. Eğer olmadıysa tencereyi şöyle biraz sallayın. suyunu bırakan çilekleri şekeri kırmızı yaparlar. Ardından en kısık ateşi bile kısarak, yavaş yavaş pişirin. 2-3 taşım kaynaması yeterli oluyor. aşırı kaynatmaya, koyu kıvam elde etmeye çalışmaya gerek yok. Kaynadıktan sonra içine limon tuzu (varsa sitrik asit monohidrat-toz)ekleyin. Üzerindeki köpükleri kevgirle temizleyin. Ne kadar kısık ateşle yaparsanız o kadar ince köpük elde edersiniz. Soğuduktan sonra kuru kavanozlara boşaltın.
Daha önce reçel köpüğü yememiştim. Çok lezzetli birşeymiş. Bunu tadamamızın sebebi sanırım annemin pişirirken hepsini yemesi. Bize yıllarca birşey kalmamış. Ben reçeli yaptıktan sonra, üzerine kapak koymadım. Soğuması için beklerken, bir yerlere gitmem gerekti. Üzerine birşeyler düşmesin, ama buğuda yapmasın diye "kızartma sıçraması önleyicisi" ni reçel tenceresinin üzerine koydum. böyleye buhar çıkabilecek ama birşeyler içine düşmeyecek. İsterseniz tülbentte koyabilirsiniz.
Yıllar önce annenem, yaptığı reçellerden biri şekerlenince onu tencereye boşaltıp, içine bebe aspirini ilave edip kaynatmıştı. Reçel yaparken içine çocuk aspirini atılırsada şekerlenmiyormuş. Bunu bana söylediğinde ilkokul beşteydim. Yıllar sonra, 20 yaşında, üniversite son sınıfta, Gıda Katkı Maddeleri dersinde salisilik asidin gıda sanayinde yaygın olarak kullanılan zararsız bir katkı maddesi olduğunu öğrenince ananeme hayran kalmıştım. Bilemeyenler için söyleyeyim Aspirin, asetilsalisilik asittir. Sanayide de salisilik asit türevleri olarak satılıyor. Annemle ve annanemle daha fazla mutfakta vakit geçirmek istiyorum.
Yarın görüşürüz.
Bugün sizlere esinlerimden bahsetmek istiyorum. Malum Çınar'ı büyük bir ekip olarak, anane, babanne, dedeler, hala-teyze büyütüyoruz. Büyütüyoruz ama biz yerimizde mi duruyoruz? O çocuklukta ilerledikçe bende annelikte ilerliyorum. İşte bu hafta sonu annelikte bir adım daha attım ve ilk defa reçel yaptım :))
Aslında bu süreç oldukça sancılı geçti. Önce market rafında Dr. Oetker'in "Reçel Yap" ını gördüm. Bir gıda mühendisi olarak bu ürünü satın almayı düşünmek çok onuruma dokundu. İçindekilere baktım, pektin, gum ve sitrik asit var. Bende "amaaan pıp!" deyip ürünü rafa bırakıp, koca koca şeker torbalarına gittim. Eve genelde 1 kg lık un ve şeker alırım. Aldığım ürünü bozulmadan tüketmek isterim. Ama reçel yapma fikri bile kendimi anne hissettirmeye yetti. Düşünsenize marketten 3 kg luk birşeyler alıyorsunuz. 250 gr, el kadar birşeyler almaya benzemiyor. Market arabası doluyor bi kere. Sonrada pazardan çilek aldım. Ümit Usta'nın yemek kitabından tariflere baktım ama hiç aklıma yatmadı. Çünkü Ümit Usta çilek reçeli için 1 kg meyveye 1,5 kg şeker öneriyor. Annem ve ananem geldi gözümün önüne. Onların ölçüleri her zaman birebirdir. Sadece vişnede daha fazla koyduklarını hatırlıyorum. Bende Ümit Ustayı kaldırıp ananemlere güvendim. Birebir ölçü ile reçel yaptım. Sonuç:şahane oldu :))
ÇİLEK REÇELİ
Malzemeler:
- 1 kg ayıklanmış çilek
- 1 kg toz şeker
- 1 çay kaşığı limon tuzu
Çilekleri ayıklayıp bol suda yıkayın. İyice kumu ve küçük kartoloş tüğleri gitsin. Tencereye aldığınız çileklerin üzerine şekeri dökün, kapağını kapatın ve yaklaşık yarım saat bekleyin. Şekerin tamamının rengi kırmızı olacaktır. Eğer olmadıysa tencereyi şöyle biraz sallayın. suyunu bırakan çilekleri şekeri kırmızı yaparlar. Ardından en kısık ateşi bile kısarak, yavaş yavaş pişirin. 2-3 taşım kaynaması yeterli oluyor. aşırı kaynatmaya, koyu kıvam elde etmeye çalışmaya gerek yok. Kaynadıktan sonra içine limon tuzu (varsa sitrik asit monohidrat-toz)ekleyin. Üzerindeki köpükleri kevgirle temizleyin. Ne kadar kısık ateşle yaparsanız o kadar ince köpük elde edersiniz. Soğuduktan sonra kuru kavanozlara boşaltın.
Daha önce reçel köpüğü yememiştim. Çok lezzetli birşeymiş. Bunu tadamamızın sebebi sanırım annemin pişirirken hepsini yemesi. Bize yıllarca birşey kalmamış. Ben reçeli yaptıktan sonra, üzerine kapak koymadım. Soğuması için beklerken, bir yerlere gitmem gerekti. Üzerine birşeyler düşmesin, ama buğuda yapmasın diye "kızartma sıçraması önleyicisi" ni reçel tenceresinin üzerine koydum. böyleye buhar çıkabilecek ama birşeyler içine düşmeyecek. İsterseniz tülbentte koyabilirsiniz.
Yıllar önce annenem, yaptığı reçellerden biri şekerlenince onu tencereye boşaltıp, içine bebe aspirini ilave edip kaynatmıştı. Reçel yaparken içine çocuk aspirini atılırsada şekerlenmiyormuş. Bunu bana söylediğinde ilkokul beşteydim. Yıllar sonra, 20 yaşında, üniversite son sınıfta, Gıda Katkı Maddeleri dersinde salisilik asidin gıda sanayinde yaygın olarak kullanılan zararsız bir katkı maddesi olduğunu öğrenince ananeme hayran kalmıştım. Bilemeyenler için söyleyeyim Aspirin, asetilsalisilik asittir. Sanayide de salisilik asit türevleri olarak satılıyor. Annemle ve annanemle daha fazla mutfakta vakit geçirmek istiyorum.
Yarın görüşürüz.
2 Temmuz 2010 Cuma
Mazlum
"Allah'ın zalim kulu olacağına, "mazlum" kulu olsun." Belkide ailesi böyle düşünmüştür adını "mazlum" koyarken. Daha önce hiç böyle düşünmemiştim. Taki gerçekten gideceği kesinleşene kadar. Afacan bakışlı, pembe yanaklı, ay gülüşlü, "olmaz " diyeceğine omuz silken yaramaz arkadaşım. Keşke küçükken tanışsaymışız, aynı mahallede otursaymışız nasıl olurdu diye düşünüyorum. Uzun saçlı Figen, zayıf-uzun topçu Ozan, cırcır konuşan Çilem, sessiz sakin, öyle kendi halinde Ebru. Ablalar okul yolunda olsa... Cansen Abla'yla Rukiye Abla zaten sınıf arkadaşı. Onlar ekipçe okula gitse, biz oynasak. Tüm bahçeler, çıkılacak ağaçlar, apartman kenarları bizim olsa :) Mazgallara misket düşürmeden, topumuz cam kırmadan, ipler bacaklarımızı kesmeden oynasak deli dolu. Canan şen kahkasıyla taklitler yapsaydı, Zekeriya uzun uzun atıp tutsaydı... Güzel olurdu dünyayı bu ekiple keşfetmek. Bu yaş grubunda da fena değiliz gerçi. Bornova civarının lezzet duraklarında keşifler yaptık. Ramazan Usta'da soğan salatasından, Konyalı'da etli ekmeklere uzanan gurme turlarımız farklıydı.
Seni hep pikniğimizde masada, odada bilgisayar karşısında, ithalat yemeğinde pistte hatırlayacağım. Yok yok... Masada kadeh kaldırırken hatırlayacağım; hep beraber mutluyken. Belki ileride bir kez daha dokunur camlar, bir kez daha yudumlanır içkiler, bir kez daha masaya konur kadehler. Belki zamanın birinde yine...
Seni hep pikniğimizde masada, odada bilgisayar karşısında, ithalat yemeğinde pistte hatırlayacağım. Yok yok... Masada kadeh kaldırırken hatırlayacağım; hep beraber mutluyken. Belki ileride bir kez daha dokunur camlar, bir kez daha yudumlanır içkiler, bir kez daha masaya konur kadehler. Belki zamanın birinde yine...
1 Temmuz 2010 Perşembe
Çilekli Köpük
Merhabalar,
Bugün kaç gündür hayalini kurduğum bir tatlının tarifini vermek istiyorum. Çilekli köpük için dün pazardan çilek aldım. Bu aralar pazar mis gibi çilek kokuyor. O kadar bakmama rağmen bir türlü pırasa bulamadım. Canım kaç gündür pırasa çekiyordu. Bu akşam Migros'a gidip bakacağım. Ne kadar sert olursa olsun, düdüklüde pişirip bol limonlu yiyeceğim. Yiyeceğim :) Yiyeceğimmmm :) Hatta üzerine fesleğen bile koyabilirim.
ÇİLEKLİ KÖPÜK
Malzemeler:
- 1 paket krem şanti
- 1 paket çilekli puding
- 150 gr kadar doğranmış çilek
- 3,5 bardak süt
Krem şantiyi 1 bardak soğuk sütle hazırlayın. 2,5 bardak (500 ml) sütle pudingi hazırlayın. Puding oda ısısına geldiğinde krem şanti ve doğranmış çilekleri ekleyip el çırpıcısıyla karıştırın. Ardından şık bardaklara boşaltıp üzerini krem şanti ve çilekle süsleyin. Ben gördüğünüz gibi klasik elma bardağıma böldüm. En kısa zamanda uzun, şık bardaklardan alıp, Reyhan Pastanesi'ndeki gibi uzun, küreğe benzeyen tatlı kaşıklarından istiyorum. Afiyet olsun, yarın görüşürüz.